ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM
(ŞİRNAN'LI ANILAR) -1-
İlhami Sertkaya
Şirnan kelimesi, bana zengin bir yaşanmışlığı hep andırır. Karer köylerinin
en 'ucu dokunaklı' esprilerin Şirnan'da çıkığını belirtirsem abartılı
olmayacak. Kabul edelim, etmeyelim, Şirnanlı Zeyno'nun kendi vaktinde
alışagelmiş ağa geleneğine karşı 'alışılmadık' başkaldırısı,
bu esprilerin
hedefinde daha çok ağaların olmasında esas payı vardır. 'Aşık İhsani'nin
Zeyno'yu yazması elbette iyi, ama yetersiz ve bir çok noktalarıyla birlikte
eksik yazması, doldurulması gereken bir boşluk olduğunu belirterek kısmen
'anılarıma' geçeyim.
'Bir varmış bir
yokmuş' değil, bir ben vardım, bir de 'Memo' isminde Şirnanlı delikanlı vardı
ve biz, bir sıcak yaz günü, Karer köylerine dolanan 'araba yol'undan Ekmal
köyünü geçmiş yürüyorduk. Vadiye sokulan ilk viraja gelmiştik. Gün, her zaman
gibi alışılagelmiş bir durulukla, güneş ışınlarının cömertçe yayıldığı
gibiydi. Yakın uzak seslerin, bütün tereddütlerden uzak yankıları, doğal
seyrinde, tam 'Karerce'ydi. Kaç hafta evvel, geride bıraktığımız o Ekmal
Köyü'nün unutulmaz düğünündeki sesler, ağzımıza, mırıldanmalarımıza girmişti.
O düğün halayında, ben de türküler söylemiştim.
Bu Kürdçe söylediğim
türkülerden biri, bizim Memo'nun beğenisini oldukça almasın mı?
-İlami abê, tu xwadê dıkı ew çı bu,disa bêje(İlham abi Allah’ını seversen o
neydi, yine söyle)
-Memo bese, te ez din kırım(Memo yeter sen beni deli ettin)
Mümkünü olmadığı gibi, Memo'nun ezberi de pek yok. Son kez söyleyeceğimi, iyi
dinleyip ezberlemesini söyleyip, başladım türküye.
İnce, zayıf boyun, cılız ve parlak yüzün, bütün güzelliklerini sanki toplayıp
kendisine verdiği o çift kara gözün keskin bakışları,daha da keskinleşmiş,son
şansı kaçırmamak için pür dikkat söylenen türküye endekslenmişti.
-Bıse...(dur)
-Çı bu?(ne oldu)
-Bırina dılê mın....ew a dın çı bu?(Gönlümün yarası.... diğeri nasıldı?)
Bir kaç kelime ezberledi Memo, ben de, ikide bir yolun ortasından durdurulup
'hesap vermekten' kurtuldum.
Memo mırıldanıp tekrarlıyordu....
Bir ara ihtiyacımı gidermek için, aşağılara ineceğimi söyledim ve gittim. Ben
derenin yakın kısmında ot ve çalılıkların içine adeta gömülüyken, bir araba
sesi duymuştum. Çok doğal ve umursamadığım bu sesin aniden kesilmesi,
dikkatimi çekecek değildi. İhtiyacımı giderdikten sonra, ağır ağır yokuşu
adımladım.
Araba yoluna girer
girmez, ortada durmuş bir kırmızı minibüsle karşılaştım. Çok garip bir
sessizlik yumağına dönmüş olan minibüse yaklaştım. Memo da yok ortalıkta. Minibüsteki
manzara, sadece beni değil, kendisine 'insanım' diyen herkesi şaşırtır,
nefret ettirir şekildeydi. Önde, direksiyona sanki gömülmüş bir şoför,
koltuklarda üst üste ayakta, yarım yamalık yığılmış insanlar.
Şoförün arkasında,
iki koltuğu da rahatça işgal etmiş bir askeri elbiseli çavuş. Elindeki,
silahı önüne almış, sert bakışlarıyla, tiksindirici sesiyle, dünyanın
kendisine kaldığını sanan eski bir vahşi kral ruhlu çavuş, bu değişik yaşta
insanların onuruyla oynamasından zevk almayı, 'devlet'i gereği olduğu kesin.
Ben yol arkadaşım
Memo'yu arıyor, bakışlarımı bu manzaraya gezdiriyordum, bu vahşiye
aldırmadan. Bu vahşinin, Adaklı çavuşu olduğunu anlamıştım. Memo, en arkada,
iki askerin yanında toplanmış, yarı katlanmış,daha da solmuş bir yüzle, o
keskin bakışlar, yerini bir titrekliğe bırakmış bakışlarıma yolluyordu.
Elimde bir yarım
yumak tespih dolanıyordu. Bu vahşi, minibüsün açık camında uzattığım
bakışlarıma, aldırmazlığıma müdahale ederek:
-Kimsin sen? At o tespihi elinden, kimliğini çıkar!
-Arkadaşımı neden aldınız? Karerli Karer’de kimlik taşımaz komutan bey.
-Fazla konuşma... Kimliği yoktu.
-Ama benim de yok, hiç kimsenin de yok, bu insanlar neden böyle üst üste
yığdırılmışlar?
-Bas gaza..!
Minibüs hızlıca uzaklaştı.
-Ama arkadaşım... Memooo ew kılama xwe bêje, metırse ez têm.(Memooo, o
türküyü söyle, korkma geleceğim)
Bu kimlik falan
bahane... Amaç insanları sindirmek, anlamıştım.
Kaldırdığı toz dumana karışan minibüs, Memo'yu benden almıştı, ama hayır
alamaz, Memo ile çıkmıştım yola, onunla dönmeyinceye kadar, benden asla kimse
onu alamaz. Ya onunla döneceğim, ya da onunla dönmeyeceğim.
Minibüs, Tengdere’ye, Sabri Sevin'in kaza ile kendisini yaraladığı olaya
teftişe gidiyormuş.
Şirnan'a döndüm,
Memo'nun nüfus cüzdanını evinden aldım. Bir at buldum, Tengdere'ye doğru yola
koyuldum.
Yolcular ve Memo'nun bu vahşide, atın da haliyle benden çekeceği olmalıydı.
Karer'in yolları ise, bir cömertliğin sessiz derviş sabrıyla, her
zamanki gibi uzaklara, bir gecikmişliğin 'ağır ağır acele eden'
hızıyla uzanıyordu.
Ya da ben öyle sanıyordum...
23 Eylül 2005
ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM -2-
Ceketimin iç cebinde
Memo'nun nüfus kimliği. Şimdi sıra, Memo daha Tengdere'den alıp
götürülmeden ona kavuşmaktır.
Kestirme
patikalardan, yokuşlu, inişli amaçlardan hızlandırıyorum atımı. Yormak
zorunda kaldığım at, ister beni 'af etsin', ister etmesin,
durmadan hızlanıyoruz. İkimiz de terlemişiz. Selamlaşmalara cevap
veriyor, geçiyorum. Durup sohbet edecek zaman değil. Çoğu zaman gibi,
silinmiş bir aynayı andırıyordu gök yüzü, ama bundan bana ne? Yakın-uzak
seslenmeleri işitmezden geliyorum. Durmadan eğilip
kalkıyorum atın üstünde. Hani at 'uçsun' istiyorum.
Ağaköyü'nden Tengdere'nin
tümseğine vardığımda, nedense beklediğim bir çeşit insan gürültüleri,
hareketlilikler yerin dibine batmıştı sanki. Hani, 'in-cin top oynuyordu'.
Yamaçtaki aralıklı evlerde, ne giren, ne çıkan vardı. Attan indim, Sabri
Sevin'lerin kenardaki, boğaz ucuna yakın evine doğru yöneldim.
Eve yaklaştığımda, iki ayakta aralıklı dikili jandarmayla karşılaştım.
Tamam,
Memo buradadır, diye söylendim kendimce ve sevinmiştim.
Askerlerin az ötelerinde, evde Mahmut hakkı çıktı.
Sessiz, solgun bir hareketle bana doğru adımlandı. Ben de eve, ona doğru
adımlıyorum. Askerlere selam verip geçerken sordular. 'Arkadaşımın kimliğini
getirdim' deyip geçerken, iki askerin kinlendiklerini, ama bana başka
da bir şey demediklerini, lehime olan bir şekilde dikkatimi çekmişti. Mahmut
hakkı, bana rica edercesine içeri gelmememi, kimliği kendisinin götürüp
komutana göstermesini söyledi. Kırmadım. Memo'yu sordum. Karşı yamaçta iki
asker birlikte olduğunu söyledi. Kimliği içeri götürüp getirmesi, bir
sinek vızıltısı gibi anlık oldu.
-Ne oldu? Gösterdin mi?
-Komutan bakmadı bile.
-Zaten belliydi, komutanımız insanlarla eğleniyor.
-Veng meke reca kena (sesini çıkarma rica ederim)
-Sesimizi çıkarmazsak canımızı çıkarırlar Mahmut Hakkı. . . !
Kenardaki askerler, bu sesli, vurgulu cümlemi duymuşlardı. Mahmut Hakkı'nın
ise yüzüne koyu tereddütler, ışık hızı yerleşmişti.
Mahmut Hakkı'dan ayrılıp, askerlerin önlerinde geçerken, bir askerin anlamlı
gülümsemesinde bana verilen mesajı anladım. Gülümsemesini, sıcak bir bakışla
cevapladım.
Atımı çekip, dereye, sonra karşı yamaca yöneldim. Evet, meğer minibüsteki
dört askerden ikisi, üst üste yığdırılmış yolcuların arkasındaymış,
görmemişim.
Tümsekte, iki askerin arasında oturan Memo'nun
bakışlarındaki keskinlik yine yuvasına yerleşmişti. Gülümsedi Memo, kalkar
gibi oldu sevincinde, oturdu yine.
-Memo, ez bıtırsım te ew kılama xwe bir kır? (Memo, korkayım sen o türkünü
unuttun?)
Ne askerlerde, ne Memo'da cevap almadım. Hem konuşuyor, hem yaklaşıyorum
onlara.
Yüzleri bu bilmem ki neyin 'hayrına' ve neye köklü bir
lanet getirircesine kinden solmuş askerlere selam verirken, biri gülümsemeli,
diğeri paslı bir demir parçası gibi cevapladı.
-Nedir bu kimlik sormalar, minibüste insan yığmalar asker bey... bir
'seferberlik' hali var da biz mi duymadık?
Cevaplamadılar.
-Memo kalk gidelim.
Memo askerlerin yüzlerine baka baka kalkmaya hareketleniyor o kadar. Hani olmasın da bırakmasınlardı?
-Memo kalk gidelim.
-Kalkayım mı?
-Yok kalkma burda kal. . .
Askerler gülüştüler, Memo kalktı. Elveda ettik askerlere yola düştük Memo
ile.
-Memo söyle şimdi o türküyü.
-Ya abi ben de hal mı kaldı türkü kalsın?
-Sende hal ve türkü kalmıyorsa, bizi uğraştırma o zaman Memo.
Memo sarılıyor bana, gülüyor sonra ballandıra ballandıra bir kaç saat içinde
geçirdiklerini anlatıyordu.
-Way baboo abi. . . ew çawuş çıqas zalım bu... (Vay baba... abi o çavuş ne kadar zalimdi... )
Şirnan'a döndük, atı sahibine, Memo'yu da evlerine bırakıp çıktım.
Ama Şirnan’da çıkmadım daha. . . adeta 'tarih' kokan 'Qıco dede ile anlamlı
espri ustası, Hasan amca 'Hesen'e Fêrız' ve daha başkalarını anlatmayı
bir manevi borç biliyorum.
26-9-2005
ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM
-3-
Baki Serinyel 'Baqo' 'Allah’ın verdiği bir bela' olabilir miydi? Kimine,
özellikle Hasan Amca 'Hesenê Fêrız' ve Qıco Dede'ye göre kesinlikle bu yüzü
tombul çocuk 'Allah’ın verdiği bir bela'ydı. Bana göre ise, bu Karer'in
'dokunaklı' esprilerinin çıktığı Şirnan Köyü'nde, köy odalarının esprilerle
doluşan ortamlarında, bu çocuk kendi 'form'unda bir net çeşitlilikti. O,
emsallerinden biraz aykırı bir çocuk. Biraz da o konuşsun ne vardı?
-Ben sana şaşıyorum.
Sen şimdi Baqo'yu akıllı ettin, adam sandın, karşımıza koydun, diyordu
Hasan amca.
Her zamanki gibi, güneş ışınlarının yansıdığı evin duvarına sırtını
yaslatmıştı yine. Esmer yüzündeki iki küçük göz, hep ufuklara, yakın-uzak
noktalara, detaylar aramaya çıkmış bir araştırmacı gibi uzanmıştı yuvasından.
Daha da kenarda oturmuş, bütün ince bedenini eskitmiş bir hayatın içinde,
ağırlaşmış boyun kırmalarıyla, yine de pek suskun kalamazdı Qıco dede. Şu
an
Rusya'daki anılarını düşünüyor olabilir mi?
O ne düşünür bilemem
ama nedense ben daha evvel dinlediğim Rusya'lı anılarına bir yolculuk yaptım
düşlerimde.
Çar Ordusu'nun Karer'i işgal ettiği birinci dünya savaşı dönemidir. Dersim'e
zaten hemen hiç giremeyen Osmanlı ordusuyla savaşan Rusya, Dersim'in
kahramanca direnişiyle karşılaşmış, ancak Kiğı cephesinden, Karer'e doğru
yönelebilmiştir. Bu durumda, Dersim'in Kureyşan aşiretiyle Karer'in anlamlı
bir direniş ittifakına şahitlik ediyor tarih. Bu anlamlı bir gelenek başlangıcı,ne
yazık ki sonraki dönemlerde, istenilen düzeyde olmadan geriliyor.
Rus ordusu
Karer'dedir. Açlık, sefalet, savunmasızlık içinde adeta perişanlaşan
Karerliler, bir çare gereği, bazıları daha da iç Çewlik kısmına çekiliyorlar.
Burada, bu Karer neslinin bir kesimin acı bir kayboluşunu, dağılmasını, bir
daha da geri dönmeyecek şekilde trajedisini okuyoruz. Kareliler buna
'Macirlik' dönemi derler.
Osmanlı ordusuna
karşı başarılı ilerleyen Rusya'yı, ancak iş savaş durduruyor, askerleri geri
çekiliyor. Karer’den aldıkları esirleri de beraberinden götürüyorlar
Rusya'ya. İşte bunlardan biri de, şu kenarımda, bakışları titreşecek kadar
yaşlanmış Qıco Dede'dir. Rusya'da kamplarda aylarca kalır. Bir işkence ya da
hakaretle karşılaşmaz. Aç kalır yolarda, susuz kalır, asker kafilelerinin
savaş
kaderine doğal ki ortak olur. Sonunda bir esirdir.
Derken Çar yıkılır, yeni kurulan Bolşevik hükümeti, savaş esirleriyle
ilgili şu kararı alır:İsteyen memleketine gider, istemeyen burada kalıp,
hayatını devam ettirebilir. Qıco dede, köyü Şirnan'a döner.
Fakat bu dönüş, hemen
hemen karşılaştığı her can sıkıcı durumlarda, içinde sitemli esprileri olur,
sözlerinden savrulur. Kaybolan bir hayvanın peşine düştüğünde, 'Baqo'lu bir
'bela' ile karşılaştığında mesela, o ezberine yapıştığı cümleyi,
'yakası
açılmamış' küfürlerle ağzında akıtır.
-De ki neden Rusya'dan döndün? Ne halt etmeye döndün? Yok. . . illaki keçi
kuyruğunu tutmalıyım... ah kafa ah. . .
Bu yaşlı komşusunun 'ayet' gibi yıllardır tekrarladığı sözlerine alışan
Hasan
Amca’nın içinde belli ki gerçekçi bir değerlendirmenin dayanılmaz kelimeleri
okunuyor. Hasan amca, az konuşur ama derler ya 'iyi vurur' bir özelliği
var. İşte Memo'nun bu Tendere yolculuğuna tek cümle harcıyor şimdi;
-Xwe ra mala xwe de bıse lawo. . . tu ne merivê reyani. . (kendine
evinde otur delikanlı... sen yolların adamı değilsin)
Biriken kalabalığın karışık seslerini yine Baqo'nun sebep olduğu bir çocuk ağlaması kesmişti.
Çocuk da yine Hasan Amca'nındı. Hasan amca derdini ikinci kez esprilere yükleyerek
kalabalığa şu cümleyle yaydı;
-Komşular... Allah’ınızı severseniz ben ölürsem, bırakmayın bu Baqo
benim bu çocuğumuz dövsün. .
Güneş ışınlarını
çekmeye başlamış, ortalığı alaca bir renk perdesi kaplamıştı. Ben ve Serabi
Güreş, Palawan deresini adımlıyorduk.
Yaşlılığa meydan okuyan bir yüz ile,
fedakar ve mütevazılı durgun halinden renklendiren Hezime Teyze'nin, o alışık
olduğumuz sıcaklığına konuk olacağız yine. Daha doğrusu, kendimi
bir parçası sandığım Serabi Güreş'in evine doğru gidiyoruz.
28-9-2005
ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM
-4-
'Palawan deresi', aslında bir vadi. Ortasında, suyu
yazları oldukça azalan bir dere geçiyor. Vadinin iki yakasında bir kaç ev.
Dere boyuna yakın yeşilliklerin hemen üstündeki, zemin girişinden içeri
girildi mi, asla bir alt katı daha olduğu sanılmayan ev, yazlık olarak
kullanılırdı. Etrafındaki yarım eğilime serpilmiş bahçe ve kavak
yeşilliklerine doyum olmazdı. Her hangi bir noktada uzanır,
dinlenebilirdiniz.
Sofralarına, sohbetlerine çok katıldığım bu evin
kadınıdır Hezime Teyze. Yaşlılığa meydan okuyan sade yüzün elmacık kemikleri,
hemen hiç eksilmeyen kırmızı iki yanakla az öne çıkmış. Çene kısmı, kibar bir
incelikle, fidan gibi boylanmış bedenini bütünlüyordu. Duru ve ciddi bir
bakış akıyordu gözlerinden. Bu ciddi bakışlarda dolu bir sevgi ve fedakarlık
saklıydı. Yüreği şefkatli bir Karer kadınına gerekli bilinç verildiğinden,
kuşatıldığı bütün karanlıkları sarsan gözü pek bir asi olacağının ispatıdır
Hezime teyze.
Başlanan o çetin günlerde buna şahit oldum. Hezime
Teyze'nin oğlu Serabi Güreş ile başlayan o güzel ve anlamlı arkadaşlığım,
dostluğum, çetin günlerin de güvenilir sırdaşlığına dönüşmüştü. 'Arandığım'
ve her kesin 'oralı' olmayı kolayca göze alamadığı bir dönemde, Hezime Teyze
hep bana yardımcı olmanın anlamlı çabalarını vermekten çekinmedi.
Askeri darbenin acımasıza her taraf gibi karer'i de
kasıp kavurduğu, asker cemselerinin, operasyonların başladığı 1980 sonbaharında,
çok nadiren uğradığım bu çevrede, yerimi ancak bu arkadaşım, sırdaşım Serabi
bilebilirdi. Bunu Hezime Teyze de tahmin edebilirdi. Hezime Teyze, bazı
şeyler gibi, illegallığın da kimi kurallarını öğrenmişti. Bir gün kışlık
kavurma yapmışlardı. Hezime Teyze, Serabi'nin yanında, ona
bakmadan:
-Ah o çocuk şimdi kim bilir nerede açtır. Burada
olsaydı da kavurma yeseydi.
-Hangi çocuk anne?
-O çocuk be... İllaki adını mı söyleyeyim yani. . .
Serabi, aramızda iki kelimelik şifreden mevcut olan
yerimi (eğer oralardaysam) bilen tek kişiydi. 'Pawun Palas' kaldığım evin
şifresi, 'Çekem Palas' kaldığım sığınağın şifresiydi.
Ben o akşam 'Pawun Palas'taydım.
Bu 'kavurma' işinin, 'başımı belaya' sokmayacağının
emin hisleriyle 'kavurmadan' da habersiz, karanlık gecenin içinde, Şirnan
evlerinin arasında sessizce geçerek Hezime Teyze'lere gelmiştim. Teyzemizin
muradı olmuştu sanki. Sessizliğin egemen olduğu
evde, Muhtar Halil Amca ile karşılaşmıştım. Yedim,
içtim, ısındım, sohbet ettik ama, Halil Amca'nın dalgınlıkları bizi düşündürüyordu. Bu adam bilmeden de olsa,
bir yerlerde konuşmasın mıydı? Ya da başka bir terslik yapmasın mıydı?
'Muhtarlık mevki'si, bazen insanı 'kanun manun' diye şaşırtır ya. . . Halil
Amca aslında öyle karakterden biri değildi, ama 'at izi ile it
izlerinin' birbirlerine karıştıkları bir acımasız dönemdi, hiç bir şey de
netlik yoktu.
Geniş zaman durulukları, yerin dibine batmıştı.
Belirsizlikler içinde, her an patlamaya hazır seslerle dolu bir sessizliğin
egemen olduğu gece karanlığında, 'Pawun palas'ıma çekildim. En son bu Hezime
Teyze'yi, bana kapı aralığında bıraktığı o şefkatli bakışlarıyla
görmüş
olacaktım. Hezime Teyze, ertesi günün ortasında bir fırsat kollamış, Halil
Amca'yı yalnız yakalamıştı. Ona, bütün olumsuz ve tersliklere meydan verecek
şüphelerden arındırmak için, kendince bir kaç cümleyle, anlamlı bir mesaj
vermek istiyordu.
-Halil Efendi. . . Senin ile ilgili bir şeyler duydum devrimcilerden.
-Hayrola ne gibi?
-Vala tam anlamadım ne diyeyim, 'şüphe müphe'den sanki bahsediliyordu.
-Yok Hezime yok. . . Ben nasıl böyle yanlışlıklar yaparım? Onlardan
bana ne, benden onlara ne?
-Öyle mi?
-Tabi ki. . .
'Oh' diye içinde geçen Hezime Teyze, işte böyle sorumlu, duyarlı, fedakar,
şefkatli biriydi, ruhu şad olsun.
Çoğu evlerine, evim gibi girip çıktığım Şirnan Köyü’ndeki o esprili, sıcak
diyaloglar, o şefkat atmosferi, yakın-uzak bağırtılara egemen olan, her
yaştan insan kahkahalarının artık 'kıyısına kenarına' düşmüş,
yalnızlıklardaydım. Şirnan insanlarıyla kurulan diyalogum, çetin zamanlardan
da sınanmış, unutulmaz bir sıcaklık olarak hep içimdedir.
29-9-2005
ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM
-5-
Yalnız kaldığınız anlar, mutlaka sizi olumlu ya da olumsuz etkileyen 'bin bir
çeşit' olmuşlarla, ihtimalli olacaklarla, düşlerinizle baş başa kalacağınız
anlardır. Eğer bu anlar, içinde olduğunuz halde, bir zulüm atmosferinin sizi
bütün güzelliklerinden, sıcaklıklarından, gülmelerinden, sohbetlerinden
koparmış, bütün bu özgürlükleriniz elinizden alınmış bir itildiğiniz
yalnızlıksa... Yaprak, orman, yağmur, kar, fırtına ve kuytu kayalıklardan bir
yapay sığınak. 'Çekem Palas'lar da çoktandır karlara karışmışsa...
Ne başlamış biliyor
musunuz?
Karşısında doğru dürüst bir modern gerilla hareketi görmeyen Türk Devleti’nin tarihten gelen
'yalancı pehlivan' lıklarının bir şımarıklık dönemi.
Yıl 1980-81.
Zulüm alabildiğine çıplak, ağır ve şımarık. Savunmasız, silahsız, örgütsüz
halka karşı tek yanlı bir savaş. Bir iki cemse askerin, köylere şımarıkça, rahatça girip, istedikleri
hakaretleri yaptıkları bir manzara.
'Osmanlı’da oyun
çok'. Türk Devleti’nde de ''film ve bahaneler' çok. Bu bahanelerden biri de
'topun ağzındaki' devrimciler gibi, bir de benmişim. İster Karer'de olayım,
ister olmayayım, bu değişmezdi. 'Karerli' olmam yeterdi. Kimselerin bende
haberleri olmadıkları halde, rastladıkları çobanı, köylüyü, yaşlıyı, kadını,
genci döver, hakaret eder, 'kızıl şeytan, terörist' diye beni sorarlardı bu
korkak ve 'Charli'nin Melekleri'!
Şirnan Köyü de,
benzeri manzaralarla karşılaşırdı sıkça.
Sağ-sol köy
kuşatılırdı. Evlere girip çıkan askerlerin silahlarına bakan çocukların
gözlerinde anlayamadıkları bir şaşkınlık büyürdü. Köylüler itilir, dövülür,
bir meydana toplatılırdı. Askeri kuşatmada biriken Şirnan köylülerinin gözleri önünde, sarhoş bir deli dana gibi
atlayıp zıplıyordu komutan.
İşte yine böyle bir
manzara var orta yerde. Muhtar Halil amca, sıraya dizilmiş köylülerin en
başında. Sert adımlarla gösteriye çıkmış komutan, bildik nutukları atıyor.
Köylüler, karşılaşmak istemedikleri o 'rambo' bakışlara takıldılar mı, başını
sallayarak 'amin' dercesine onaylarlardı.
Sıra, daha bazılarına
direk sormalara gelmemişti.
-Nerede bu kızıl şeytan?
Ses yok.
-Size diyorum, nerede bu terörist?
Hani birileri ses çıkarıp 'bilmiyoruz' dese, komutanla direk dayaklı diyaloga
girecekti. Zaten soru da ortalığa sorulmamış mıydı?
'Neyime lazım' diye içinden geçirdi sıradaki Memo. 'Nasılsa muhtar burada, o
cevaplasın, ‘bana ne' dercesine, göz altı muhtara baktı bir başka yaşlı.
Komutan, tam da beklendiği gibi muhtara yaklaştı.
-Söyle muhtar, nasıl bir adammış bu İlhami Sertkaya?
-Komutanım ele küçük müçük....
-Ne küçük müçük be...! 1.90 boyundaymış, demir parayı havada vuruyormuş
bilmez miyim ben...
Tam da 'Şirnanlık' bir espri konusu olacak cümle sarfettiğini nereden bilsin komutan?
'E yaw ehmaq'e ehmaq, eger ku tu dizani çuma me re dıpırsi?' diye iç çekti yine Memo. (E ya
ahmak seni ahmak, maden biliyorsan neden bize soruyorsun?)
-E peki komutanım eledır, siz daha iyi biliyor' diye cevapladı muhtar.
-Siz de biliyorsunuz, siz de...
Dayak zevklerinde
yorgun argın, o günü de 'rambolu' bir filmle geride bırakmış, öte köylere
çekilmişti komutan askerleriyle.
Şirnan Köyü, Qıco Deden’in
yaşamış olduğu Rus asker işgalini kat be kat geride bırakan bir
manzarayla, sessiz gecenin karanlıklarına gömülmüş gibiydi.
30-9-2005
ŞİRNAN DESEN
ÜŞÜMEM -6-
Yaman bir kış,
insafsız bir kar, Karer'i kuşatmıştı. Gidip gelmeler, karlı dar çığırlara
sığdırılmıştı.
Köyler arası dolanan bu dar patikalarda, her zamanki gibi kalabalıkları,
sesli konuşmalarında neşeler yankılanan yolcuları pek göremezdiniz artık. Bu
yaman kış ile birlikte, kimi köylerde alınıp götürülen, hakaret edilen,
bırakılan, bırakılmayan insanlarla yüklü bir tereddüt havası egemendi.
Kar tarazlarına, dar
çığır dışına düşen tek adım izi, 'acaba'lı bir şüphe, tereddüt yumağı
olup büyüyordu.
Bir sonbahar
gecesinde, Homık mezrasında karşılaştığım Nufê nenemin yüzüne, beni
şaşırtırcasına hızlı çökmüş o cehennem kokan bir hüzündü Karer'i kuşatan. Ya
da askerlerin alıp götürdüğü babalarının, annelerinin, kardeşlerinin,
komşularının yollarını bekleyen bir kimsesizliğin, hani o renksiz
zehir-zıkkım tadı.
İşte böyle bir kış
durumunda, hiç alışık olmadık bir şekilde, günlerdir karlara bıçak sallayan
buldozerlerce açılan yolların,'Karer'i ve Karerliler’i sevme' ve 'hayra
alamet' olmadığını 'çok dövülmüş bir dervişi' de andıran Karer iyi biliyordu.
Biliyordu işte o
kadar....
Sırtını, hemen de arkasında dikelmiş karlı dağa yaslatan ev, insafsız kışa
karşı direnen kara bir nokta gibi yalnızdı. Ondan öte, adım değmemiş koca bir
beyaz kartonu andıran ve aşımına Şirnan yaylalarını, upuzun tenhaları,
vadileri alan bu dağ vardı işte. Önünde yüz metre kadar mesafedeki eğiliminde
birbirlerine yapışık üç-dört ev, daha aşağılarda vadinin iki yakasında
dağınık evler, aşağı Şirnan köyünün kalabalık evlerine doğru uzanıyorlardı.
Her hangi bir zaman
değil, bu manzaranın,1981 yılının şubat ayı olduğunu tekrarlamak istiyorum.
Sarhoş bir zulmün, geniş kırlardaki bütün kımıldamaları, hareketlilikleri
evlere, kömlere, sıcak köşelere sokan kar zulmünün avantajlarını da yanına
alarak, karadan ve havadan saldırıya geçmiş bir kuşatmışlıktır egemen olan.
Uzun kaç karlı gece yolculuklarından sonra, yoluma devam etmek için tek
gündüzü geçirmek zorunda olduğum bu Karer evinin kapısını, sabaha doğru bir
vakit tıklamıştım.
Şirnan'ın Cafran Mezrası’dır
burası.
Birazdan bir kahramanlık sınavından geçecek bu ev. Kahramanlık sınavı,
ev sahibinin, üzerinde adeta 'kıyametler koparılırcasına', bilinçli
bahanelerle hedef gösterilmiş bir adamı, eve kabul edip etmemesindeki
davranıştır.
O gece de, yaklaşık
dört saat durmaksızın dar karlı patikalarda yürümüştüm. Üstüm başım kar ve
terin iç içe karıştıkları bir buzlanma hali. Nufê nenemin çıldırmışcasına,
son baharda dağ taş bana ulaştırabildiği tiftik çorabımın iplikleri evsemiş,
paçalarımda açık bir ağrılık olmuştu. Bedenime delice bir yorgunluk çökmüş,
kalın elbiselerim bir ıslak ağırlık gibi kaslarıma yapışmış. Ayak parmaklarım
buz kesilmişcesine zonkluyor, koparılmak isteniyor sanki.
Önündeki karları
sertleşmiş, kenarları buzlanmış kapıya, takat kalmamış bedenimi dayadım
sanki. Bu takatsizlik halimi gizlesem de...Hiç bir belirti, şüphe
uyandırmadan, kimi evlerin önlerinde, köylerin kenarlarında, kömlerin
aralarında geçip gelmemin başarılı yolculuğu, her şeye rağmen bir iyimserlik
rüzgarı estirdi içimde.
Peki şimdi bu
tıkladığım kapı açılacak mı bana? Ya açmazlarsa? Perdesiz iki pencereden
yansıyan zayıf bir sarı ışık ile, tıkladığım kapının arkasında
gelebilecek
bir insan sesine endekslemiş düşlerim.
Ses yok. Garip bir
sessizliğin içinde, aynı noktada oynaşır gibi üşümekten kaldırıp indirdiğim
ayak seslerim.
Her saniyesi aleyhime olan, içime umutsuzluklar taşıyan o sessizlik devam
ediyordu.
Tekrar tıkladım kapıyı. Anlaşılmaz da olsa, bir kımıltı duydum kapı ardında.
Beklediğim her şey, bu gece gelip bu kapının arkasına yığılmıştı.
Umut,
umutsuzluk, cesaret ve korkaklık duyguları, sevinç, merhamet, insaf,
insafsızlık her şey...
Umut ve umutsuzluk şu gelen, ama kesilen kımıltının vadisinde, bir
bilinmezlikler yumağı oldu.
Üçüncü kez kapıyı tıklamaya bükülmüş, hazır halde, havada asılıdır işaret
parmağım.
Tekrar tıkladım ve
ardında dinlemeye bıraktım bütün dikkatlerimi. Bu kez, kımıltıların
anlaşılmazlıklarını silip süpüren net ve dolu, kendinden emin bir sorulu ses:
-Kim o?
Bu sese, hani 'vakitsiz beklenmeyen' bir yolcunun olası tereddütler taşıyan
sesi ile değil de, çok alışık ve normal bir ses şekliyle cevap verme
fırsatını yakaladım, öyle yaptım:
-Benim ben... Kimse değil.
Bu 'kimse değil' de, anlaşılır bir mesajdı vermek istediğim. Yani
'korkulacak bir şey yok, yabancı sayılmam' demek istedim.
Yine bir sessizlik...
-Deri vekın, sar e cemıdime, hun çuma deri venakın xwadê dıkın? (Kapıyı açın soğuktur, siz neden
kapıyı açmıyorsunuz Allah'ı severseniz..?)
Aslında kapıyı tıklamam ile beklenen kımıltı, ses, cevap, zaman olarak
normaldi. Nedense ben erkenden sonuç almanın hızlı düşlerindeyim. Bir aksilik
olur da, bütün buraya kadar gelmelerimi alt üst edebilirdi ne bileyim işte..?
3-10-2005
ŞİRNAN DESEN
ÜŞÜMEM -7-
Anlaşılır kelimler tam da kapının ardında geliyordu. Sonra bir gıcırdı sesi
ve kapı eklediğimden de sertçe açıldı. Ay ışığından yansıyan bir hafif
aydınlığın içinde, bir delikanlıyla yüz yüze geldim. İnce uzun boylu, yüzü
gözleri net görülmüyordu. Bir kolu açtığı kapı köşesinde, diğer kolu dimdik.
Kendine güvenir, gurur verici bir duruş. İçeri, salona girdim. Nereden
başlanacağı bilinmeyen bir durum içinde, alışagelmiş sesler, söylemler
ortalığa atıyordum. Bir yandan da elbiselerimle uğraşıyordum. Açılan odanın
kapısında, tanıdığım ev sahibi adam belirlendi. Selam verdim. Her zamanki
gibi sesinde hiç bir değişiklik yoktu adamın. Selamımı aldı ve bana, karlı,
karışık üst elbiselerimin çıkarılmasına yardımcı olmaya koyuldu.
Kalın, dolu sesinden,
bir dağ adamının doğayla olan hümanist, şefkatli, bir o kadar da hayatı
zorlaştıran, kirleten insanlara lanet okuyan kelimeler çıkıyordu. Uzun boylu,
saçları karışık, kara rüzgarların esmerleştirdiği yüzün kırmızıya çalan
rengi, sanki yaz aylarında tekrar yerleşmesi için bu esmerliğin altında yarım
yamalık benekler şekline girmişti. Kahverengi, kollu atletten uzanan kolları,
kalın ellerinden adeta savrulurcasına kalınlaşmış parmakları, dokunduğu her
elbise parçasını söküp atarcasına heybetli, güçlüydü. Bitkin bedenimin
hareketliliği, onun karşısında çocuk işiydi.
Ses yok şimdi. Kalın buzlanmış pardösüm, tiftik çoraplarımdaki buz
parçacıkları hızlı bir çabayla, el kol hareketleriyle çıkarıldı. Ben başımı,
yüzümü kardan silmekle, peştemalimi açmakla sadece ilgiliydim sanki.
Odanın salona açık kapısında yansıyan o sarı ve sıcak ışıktan, bir kadın,
ardında bir küçük kız belirlendi.
Az sesli hareketliliğin doluştuğu bu evde, her kesin saklılarında bir
şaşkınlık yaratmış olay vardı. Başındaki beyaz örtüyü sertçe düzelten kadının
gözlerinde bu şaşkınlık net yansıyordu.
Art arda odaya girdik. Kadın sobayı ateşledi. Kaslarım sıcak ve rahat bir
dinlenmeye girmişti. Tam da zamanıymış gibi, henüz sakinleşmeye koyulmuş,
tereddütleri kışkırtan bir ses uzaktan gelmeye başladı.
Büyük camlı pencereye doluştular. Evet, ışınları uzaklarda zayıfça dağ
eteklerine yansıyıp dolanan askeri cemselerdi. Beklenen operasyon, işte
tam da bir gündüzü geçirmek için duraklamak zorunda kaldığım alanda
başlayacaktı. Belirsizlikler içinde hesaplanması zor olan o 'ters' anların
birine, bir tuzağa düşmüş gibiyim. Şafak vaktiyle, askeri birliklerin
biriktikleri değişik köylerin noktalarda, gün boyu ulaşılan bütün Karer'in
yerleşim birimlerine baskınlar düzenlenecek.
Evdeki atmosfer, bu
kaç saat sonra başlanacak operasyonun etkisi altına girmiş, kendince
hareketlenmişti. Kadın durmadan pencere, kapı arası gidip dönüyor. Kız,
annesinin yüzünde büyümüş tereddütlerin iklimine bağlı olarak, ağlamaklı
sesler çıkarıyor ağzında.
Burada delikanlının
beni şaşırtan bir davranışına şahit oluyorum. Sakince oturduğu tahta divanda,
aniden sağ kolunu bütün gücüyle kaldırıp kenarına, divana köklü bir
yumruk indirdi ve 'de bıla werın!' (hadi gelsinler) dedi bağırtılı. İyi
biliyorum ki, ne bir silahı, ne de kendisini hani savunacak bir 'arac'ı
yoktu, ama koca bir yüreği vardı.
O yürek... işte o yürektir korkuyu yenen. Delikanlının yumruğuyla çıkan sese
doğru boyun kırdı her kes. Kadın bu seste daha da ürperdi;
-Çı bu te ra din o? (ne oldu sana deli?)
Delikanlı başını önüne koymuş sessiz.
-De şuna xwe de rune çı tê, teri tu? (haydi yerinde otur, ne gelip gidiyorsun?) diye
kadına bağırdı adam.
Ortalıkta, bu adamın
kahramanca çıkan sesinden yankılanan bir sessizliğin egemenliği vardı.
-Korkma teyze, eminim ki korkmazsan bir şey olmaz, beni dinlersen hiç bir şey
olmaz.
-Nasıl yani seni dinlemek...
-Yani dediklerimi yaparsan
-Ne diyorsun söyle?
-Yerinde otur mesela
-Nasıl oturam?
-Amca gibi.
-Tew...
5-10-2005
ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM -8-
Biliyorum ki ne yeri, ne de zamanıydı gülmenin. Her kes yapılabilineceklerle
ilgili, kendi düşlerinin soğuk vadisine yaslanmıştı. Uyandıkları serili
yataklara bakışsalar da, uykuların çoktan terk ettikleri gözlerde, her kesin
kendi yüreklerinin resimleri nakşedilmişti adeta. Bir öksürme, bir iç çekme,
arada bir gümbürtüsü azalan sobanın sesi...
'Zamanı mıydı buraya gelmenin, başka bir yer yok muydu gideceğin?' gibi
söylemlerin, kadının içinden sıkça geçtiği kesin. Sanki bana seslice söylemiş
gibi, ben de içimde cevaplıyorum kendisini.
-Yoktu Teyzeciğim...
Gideceğim yer de 'bir yer'di nihayet. Hani şu koca karlı dağı bu zamansız
durumda aşabilsem, çeker adımlardım. Dinlenmiş, o cehennem bıkkınlıkta
arınmış, buzlanmışlıkta ısınmışım, ama zaman da geçmiş, şafak
söktü, sökecek.
Ortalığa dağıtılmış
bir çerçi eşyaları gibi, elbiselerim sobanın etrafına serilmiş, suları akmış,
yumuşamış kurumuş.
Art arda sigara saran adamın bakışları, düşleri daha çok beni
ilgilendiriyordu. Delikanlı, lehime olan asi duruşunu, divana bir yumruk edip
savurmuştu zaten. Gerçi bu esmer-kızıl karışımı, uzun, yapılı adam da
sabırlılık taşıyan bir cesaret seyrindeydi fakat, zaman daraldıkça, hani
sınanacak son sözlerin ihtimalleri orta yerde asılı gibiyidi.
Ardında dağıtılmak
için 'riskler' taşıyan cemselerin sesleri kesilmişti. Gök yüzünde batan ay
ışınlarının yerini, patlamalara hazır bir karanlık almıştı. Hani ardında
hemen günün başlayacağını belirtecek o tan yeri aydınlığına dayanmış vakit.
Gün ile birlikte başlayacak operasyonda, tedbir düşüncemi adama belirtmem
gerekiyordu.
Karşımda, sobanın
kenarında derin nefeslerle sigarasını yudumlayan adama bakındım, 'biraz gelir
misiniz?' diye seslenip kalktım salona çıktım. Ardında adam geldi. Aynı
durgunluk, aynı anlamlı bir aldırış etmemenin pozisyonuyla karşıma dikildi.
Bu duruşta, davranışta, tarifi detaylarda saklı bir cömertlik, bir cesaret
okunuyordu.
-Buyur
-Amca ben bu askerleri iyi biliyorum. Karda çok lâçkadırlar, şahidim.
Psikolojik olarak hep abartılı işler yaparlar. Bu onların prensipleridir.
-Evet?
-Kar çığırlarında çıkamazlar, çıksalar hemen dökülürler. Buralara kadar bir
günde gelemezler, ikinci akşam da ben çıkıp gideceğim zaten.
-Evet?
-İsterseniz bir başka köme yerleşeyim zaman varken... Ama buna pek gerek de
görmüyorum doğrusu.
-Hayır... burada kalacaksın...!
Sert, meydan okuyan bir eda ile odaya yöneldi. Geri çağırdım, döndü.
-Bizim teyze ve kız
gündüz evde kalsalar, olası gelişmelerden çok etkilenir, adeta dikkatleri bu
eve çekecek davranışlarda bulunacaklarına emin gibiyim, işe onları da
götürseniz, kapıyı kilitleyip yalnız evde kalsam daha uygun olur.
-Doğru, haklısın, öyle yapalım.
Öyle olacaktı...
Olmaya zaman yetmedi maalesef.
Gün, ışınlarını beyaz
dünyaya yaymıştı. Amca ve delikanlı, kenar vadideki kömlerine, her günkü
işleri gereği çıkmaya hazırlandılar. Aşağı dağınık evlerden tek tük
çıkan
insanların bakışları, hep olacakların başlayacağı aşağı Şirnan
Köyü’ne
yöneliktiler.
Bakıştığımız
pencereden görülen geniş manzara, ta Şirnan Köyü’ne kadar olan evleri, insan
hareketliliklerini önümüze getiriyordu.
Adam, bir şeyler
atıştırmak için eşine seslendi. Kadın zar -zor tahta honçayı kurdu, ekmek
çökelek, yağ bıraktı sofraya. Delikanlı, ben ve adam mangal ateşinde ekmek
ısıtıp yemeye koyulduk. Kız annesinin eteklerine yapışmış gibi ayrılmıyordu
ondan.
Her şey aniden
hızlanmıştı. Lokma yutmalar, su içmeler, bakışmalar, seslenmeler, her şey.
Adam ve delikanlı kalktılar. Sertçe üstlerini başlarını bağladılar. Adam
kadına;
-Sen ve kız da kapıyı kilitleyin gelin.
-Nasıl yani?
-Gelin diyorum, bu adam yalnız evde kalacak.
Onayladıklarını
belirten bir sessizlikten sonra, adam tekrar 'erken gelin' diye seslendi.
Dışarı çıkmak için araladığı odanın kapısından, bana doğru sarılı
başıyla bir
boyun kırdı, yaklaştım. Göz göze geldik. Bu bakışlar kaç saniye sürdü. Öyle
akıcı, dolu, duru, moral verici, kahramanlık yansıyordu ki o bakışlarda, hani
binlerce gelişmelere damgasını vuran ve hafızalara yerleşen detay noktalar...
Çok şeyler anlatan
bir sessizlikle, o kahramanlık işaretini bırakıp çıktı dışarı adam ve oğlu.
Yarım saat geçti geçmedi, kadın ve kız da çıkmaya hazırlanıyorlardı. Fakat
işte tam bu sırada, şu arkamızdaki dağda, hiç hesaplanmadık, alışılmadık
bir
gümbürtü koptu. Alçak uçuş yapan bir helikopter dolanmaya başlamıştı. Aşağı
Şirnan Köyü’nden de, anlaşılmaz bir hareketlilik vardı.
Operasyon karadan ve havadan başlamıştı. Kadın ve kız bu helikopter sesinden
durdurulmaz bir ürperti hareketliliğine girdiler. Bir yandan onları
yatıştırmaya çabalıyorum, bir yandan hazır vaziyette, dışarıyı izlemeye, daha
çok da, arkamızdaki dağda helikopterin asker indirip indirmediğini bilmek
istiyorum. Hemen alt evlerde de insanlar damlara çıkıp izliyorlar, kenar köşe
koşuşuyorlar.
Onlardan dolayı
dışarı çıkıp arkamızdaki dağa, çevreye usulen bakınmam mümkün değil.
Kadın kapıya
yöneliyor, engelliyorum. Dışarı çıkıp, durup dururken şaşkın bir
davranışla, hemen alt evlerin önünde biriken komşuların dikkatlerini bu
eve çevirecek davranışlarda bulunacağı kesin.
Helikopterin sesi
yaklaştıkça, dış kapının arkasına geçiyorum. Bir garip çekişmedir bizimki.
Olacak gibi değil,
bir yol bulmalıyım.
-Durun ben çıkacağım.
Bu, yazık ki korkunun başlattığı riskler içinde, yükü esas olarak üzerime
alacağım bir riskti. Onları yatıştırmam için, kendimi risklerin ortasına
atmam gibiydi düpedüz.
-Susun çıkacağım...dinleyin...!
Sustular. Kadından, dün giydiği elbiseyi bana getirmesini istedim. Getirdi,
kalın elbiselerimin üzerine bir çeşit uydurdum, baş örtüsünü üzerime
bağladım.
Kapı kenarındaki, tam
da bana lazım olan gübre sepetini aldım, sırtladım. Dışarı, yirmi, otuz metre
kadar kenarda olan kavaklıklara ulaşmaktır amacım. Fakat işte bu mesafeyi,
alt evlerin kenarında birikmiş komşuların bir çeşit bakışları önünde
geçeceğim. Kadına, kendisinin benden sonra dışarı çıkması halinde, her şeyin
alt üst olacağını belirttim.
Hazırım. Pencereden,
biriken insanlardan bir sakinlik, ya da bakışlarının aşağı Şirnan köyüne yöneleceği
o fırsat anını kolluyorum.
Şu kız becerebilse,
onu alt evlerin diğer köşesine göndersem, orada bir bağırtı koparsa, bize
doğru biriken komşuları oraya bir dakika çekse... Ama yapamıyor,
beklememeliyim.
Bir bay ve bayanın
sadece kaldığı an... Çıkmalıyım. Çıktım. Sepetin altında, dağ yönüne boyun
kırarak adımlandım...
O otuz metreyi
sessizce adımladım. Kenardaki, gövdelerine kadar kara batmış kavaklıkların
aralarına ulaştım. Sepeti indirdim, o lanet kar kuyusunu, bütün kollarımın
gücüyle açarak yerleştim.
6-10-2005
ŞİRNAN DESEN
ÜŞÜMEM -9-
Burada bir parantez açmalıyım. Saatlerce kaldığım, kaslarımın
kilitlendiği, aygın-baygın bir durumda, kuyuya gelip çıkmama, ve beni eve
adeta çekerek götüren delikanlı sonrasında devam eden anılarım, HAYDUTLAR
KUŞATMASI isimli romanında yazıldığı için noktalayacağım.
O gün(ler)e
endekskli, yazılmamışları yazmalıyım.
Helikopter, durmadan uzaklaşıp yakınlaşıyordu. Bir yerlerden kaybolup tekrar
çıkıyordu. Sonra Şirnan okulunun bir noktasına iniş yaptı. Askerler, çoktan
evlere girip arama yapmaya başlamışlardı. Kimi evlerde, eşyaları
döküyor, kırıyor, sarsıyorlardı. Her yaştan değişik insanları itiyor,
çekiyor, dipçiklerle, tekmelerle dövüyorlardı.
Çocukların
bağırtılarını susturmaya çalışanlar, yedikleri dayaklardan acılarıyla baş
başa kalanlar, şaşkınlıklarla yüklü gözlerin asker botlarını, silahlarını,
elbiselerini izlemeye yönelmeleri... Şu devrilesi helikopterden çıkan o
gümbürtü sesin kesilmesi, deprem sonrası kalan enkazları kavramaya yönelik
bir sessizlik bırakmıştı orta yere.
Gözler, düşler o okul yönüne yönelmişti. Komutan ve beraberindekiler çıktılar
Helikopterden. Okula, Gülşeker ve Mehmet öğretmen çiftinin oturdukları
lojmana adımlandılar. İçeri girdiler. Karşılarında, ummadıkları bir rahatlık
ve duruş içinde olan öğretmen çift vardı.
-Sizi götüreceğiz
İtirazların anlamsız olduklarını biliyorlardı. En anlamlı olanı, komutanın
bu
cümlesine karşı yine aynı rahatlık ve aldırmaz bir duruşla karşılık
vermeleriydi.
-Peki...o zaman giyinmeliyim...
-Çabuk...
Çoğu zaman gibi gülümsüyordu Mehmet öğretmen.
Bu öğretmen çift, çevresine korkunun gereksizliğini dağıtan bakışlarıyla,
gülümseyerek helikoptere bindiler.
Helikopter, Darebi köyünde, Mehmet Karasungur’un yaşlı babası, Hüseyin
Amca'yı da alarak, Karer dağı, Karacehennem ormanları üzerinde, Karlıova'ya
doğru kayıplara karıştığında, bir karlı şubat akşamının
devraldığı zulmün kara notlarını tutuyordu Karer.
Şimdi gün boyu, karlı
kuyuda kalmama sanki kendisi sebepmiş gibi hayıflanan, lanetler çeken, içine karmaşalar
düşmüş kahramanımla yan yanayız sobanın kenarında. Ortalığa savurduğu bütün
sert söylemlerin, korkuya ve korku yumağına dönmüş kadına olduğu açıktı.
Ve karda büyük bir
darbe yesem de, Kuşatılmışlığın içinde başarıca çıkmış, operasyonun
ilk gününü
geride bırakmıştım.
Sıra, az sonra büyük bir belirsizlik gibi yükselmiş karlı dağı, dağları,
kuytuları, vadileri yürümeye gelmişti.
Son kez görmüş olacağımı bilmeden, tokalaştığımda, bana unutulmaz duru ve
cesaretli bakışlar bırakan bu sessiz kahraman; Ağa Serinyel'di.
Evet bunu
bilmeyecektim ve bu satırları yazdığımda, bir düş turuna çıkıp, onun mezar
taşına kadar gittim. Ellerimle dokundum, sürdüm mezar taşlarını. Döndüm,
dolandım etrafında.
-'Aga amca ben geldim biliyor musun?' diye özgürce bir seslendim. Ve dönüp
etrafımdakilere;
'Burada yatan adam, Karer'in sesiz kahramanlarından biridir' diye dağın,
kurdun, kuşun zalimin, hainin duymasını istediğim bir ses ile bağırdım.
Ruhun Şad olsun Ağa amca... Borcum olsun mezarını ziyaret etmek.
Şirnanlı anılarımın çok evveli ve detayları da vardır. Fakat Şirnanlıların
kendilerine özgül, çok anlamlı bulduğum bir karakteristiklerini de
belirterek şimdilik sonlandırayım yazımı; Şirnanlı, önce yarasını kavrar,
sonra onunla alay eder. Bu, yarasına meydan okumaktır, yenmektir.
İşte o helikopterli
operasyon sonrası, Komutanı, askeri, Helikopteri, Şirnanlıların ağzında alay
konusu olur uzar. Bunlardan sadece bir kaç tanesini sıralayalım;
-Ne mutlu Gülşeker hanıma, Helikoptere de bindi.
-Keşke beni de bindirselerdi.
-Ben sandım bizim öküzün sesinde daha büyük ses yokmuş, onu boşuna
dövüyormuşum, Helikopterin sesini duydum acıdım bizim öküze.
-Devrimcilerin sayesinde helikopter de gördük.
-Asker Sise'yi dövünce 'req req' sesleri geliyordu, beni dövünce 'teq teq'...Demek
ben Sise'den daha etliymişim
İşte Şirnan,
bana bir çok özgüllüklerinden dolayı içimde sıcaktır hep.
Bir uzun yol yolculuğundan rüzgardan üşürken, yanımdaki Karerli arkadaşıma
bir türkü söylemesini istemiştim. Kırmadı. 'Hangi türküyü istersin? İçinde ne
geçsin? demişti bana. Ben de:
'Bir türkü söyle, içinde Şirnan geçsin, ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM' demiştim.
Arkadaşım şaşkınca bakarak
-Şirnan mı?
-Evet Şirnan....ŞİRNAN DESEN ÜŞÜMEM
İlhami Sertkaya
8-10-2002
SON
|