imaj.ilhami.jpg

Cafran Bir Sicak Selamdir
Home
Cafran Bir Sicak Selamdir
Sirnan Desen üsümem
Zazaca Dili Temel Dersleri-9
Zazaca Dili Temel Dersleri-10
Zazaca Dili Temel Dersleri-11
Zazaca Dili Temel Dersleri-12
Zazaca Dili Temel Dersleri-13
Zazaca Dili Temel Dersleri-14
Zazaca Dili Temel Dersleri-15
Zazaca Dili Temel Dersleri-1
Zazaca Dili Temel dersleri-2
Zazaca Dili Temel Dersleri-3
Zazaca Dili Temel Dersleri-4
Zazaca Dili Temel Dersleri-5
Zazaca dili Temel Dersleri-6
Zazaca Dili Temel Desleri-7
Zazaca Dili Temel Desleri-8
Chat
Stranên zazakî-1-
Stranên zazakî-2-
Helbest
zazaca dili
Hesrete
Zonê min
Siirle mesaj
Hollandaca röportaj
Zaferi gecikmis sevdayim
Türkce siirler
Siirler-Kurmancî
Helbestên dimilî

 

 

 

 

 

 

 

CAFRAN BİR SICAK SELAMDIR

İlHAMİ SERTKAYA 27-06-2005

Kolay solmayan o sarı çiçek en derin vadilerde, koyu gölgelere direnen sıcak bir ipilti. Binlerce karınca paylaşımını taşıyan o ince patikaların eflatun detayları...Eğer siz Hamok deresinde bir şiir okumamış, bir türkü söylememişseniz, Hamok'un yetmiş yedi dile savurduğu o yankının suyundan içmemişsiniz. Çünkü ben Hamok vadisinde, yankıların sessizlikleriyle müsayib oldum. Resmi akılların işi değildir Hamok'u anlamak. Orada geceler beni koynunda barındırdı. Karıncalarla kurduğum diyalog, bütün sevdalıların tanrıça devirlerini tarihten getirmişti bakı şlarıma. Ben prometheyi Hamok vadisine getirmiştim inanın.... Zeus'lar bir fermanla saltanatları aşkına bizi ararlarken ben ve Prometheus zaten ateşi çalmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Afroditlere zaten inanmıyorduk ve Zeus'ların kızgınlıkları, bizim humanistliğimizin duvarlarına çarpar dururdu. Siz hiç gülmelerin rengini gördünüz mü? Ben gördüm warê Siya (Kara yayla) de... Merak etmeyin sevgili okurlar, size bir bir anlatacağım Cafran'ı Hamok'u, Waré Siya'yı. Ama önce yirmi üç yıl evel o tümsekte kalan yarım sigaramı, O esmer yüzlü kahramanımı, yılanlarla dansımı size tanıtmalıyım. Beni kendisine sevdalandıran o tılsımlı esmer adam.... Karıncalar diyaloglarını alıp kara gömülmüşlerdi ve koyu bir yanlızlık kışındaydım. Prometheus'da çaldığı ateşi bir parça bana bırakıp gitmişti dostça. Sabaha doğru Hamok vadisinde kuşatılmıştım. Waré Siyayide o sonbahar aldığım esmer gülüşümü, Hamok'a emanet bırakmış, kuşatmayı yarmalıydım. Şafağın alaca vaktinde dere boyunu izledim. Lastiklerimi ters bağladım ayaklarıma ve Şaşrtmaca yürüdüm.Tiftiğim ayaklarıma cehennem gibi yapışmıştı. Buz kesilmiş gibiydim. Aclık ve yorgunluk bana gülüyordu insafsızca, ben de onlara... Buraya kadar senin sevdan, başaramazsın artık diye fısıldıyorlardı bana. Ben başarmak için varım, başarmamak için ateşe ve özgürlüğe sevdalı olmadım, diye cevaplıyordum. Suya düştüm ve tepeden tırnağa sular içindeyim. Tamamen elbiselerim buzlanmış, zar zor yürüyen bir buz adamı gibiyim. Öte tümsekte Zeus'un askerlerini görüyorum ve aşağıya bir baksalar buzdan bir karanlık noktanın yürüdüğünü görebilirler. Daha aşağılara gitmek bir belirsizlikti ve gün başlamak üzereydi. Tek seçeneğim eski köyün bir kaç evlerinden biriydi. Ya bana kapı açılacak, ya ben bu yüklü, yorgun ve bitkin halimle belirsizliklere açılacağım. Bana kapıyı açmanın bir kahramanlık olduğunu biliyor ve pek ihtimal vermiyordum. Askerlerin kuşatmasındaki bir köyde, o an bana kapıyı açmak, ölüm riskini göze almaktı. Kapıya zar zor yaklaşabildim. Bir tıkladım usulen, ses yok. En son şansımı deniyeyim dedim, bir daha tıkladım. Biliyor musunuz ne oldu sevgili okurlar? Eğer siz o şartları, o manzarayı yaşamamışsanız, yaşıyanlar kadar his edeceğinizi sanmıyorum, ama anlatmalıyım. Adeta ölüm kalım sorununun o şafak endekslendiği o kapı, beni şaşartırcasına açıldı hem de kimsin demeden. Zaten bir ateş ve özgürlük hırsızından başka kimse olamazdı o şafak orada. O kapının açılışındaki o ses daha kulaklarımda. O kapıyı açan ve kendisine sevdalı olduğum adamın esmer yüzü gözlerimin önündedir, kalın, şevkatli sesi kulaklarımdadır. Bu benim hayat kahramanı çiftten biri, sonraları ben görmeden vefat etti. Karer topraklarına dönersem bir gün, onun mezarına bir demet sarı Cafran çiçeği bırakacağım, boyunumun borcu olsun. Diğer kahramanım yaşıyor ve yıllar sonra gördüm kendisini. Tamamen elbiselerim buzlanmış, zar zor yürüyen bir buz adamı gibiyim. Öte tümsekte Zeus'un askerlerini görüyorum ve aşağıya bir baksalar buzdan bir karanlık noktanın yürüdüğünü görebilirler. Daha aşağılara gitmek bir belirsizlikti ve gün başlamak üzereydi. Tek seçeneğim eski köyün bir kaç evlerinden biriydi. Ya bana kapı açılacak, ya ben bu yüklü, yorgun ve bitkin halimle belirsizliklere açılacağım. Bana kapıyı açmanın bir kahramanlık olduğunu biliyor ve pek ihtimal vermiyordum. Askerlerin kuşatmasındaki bir köyde, o an bana kapıyı açmak, ölüm riskini göze almaktı. Kapıya zar zor yaklaşabildim. Bir tıkladım usulen, ses yok. En son şansımı deniyeyim dedim, bir daha tıkladım. Açılan kapıdan sonrasını, "HAYDUTLAR KUŞATMASI" adlı romanımdan yazmışım sevgili okurlar. Cafran bir sıcak selamdır, unutulmayan. Cafran benim sevdalı olduğum o esmer adamdır. La deresinden geçerseniz bakıştığınız her tümsekte anılarım saklıdır benim. Her fırsatta anlatacağım ..... Bu bir diyalog başlangıcımız olsun Bir MERHABA yani.... Varé Siyayı, yarım kalmış sigaramı, yılanlarla dansımı anlatacagım size... Anlatmalıyım ki, yeni nesil bilsin Cafran'ın detaylı rengini ve kıymetini... Bir şiirimde belirtiğim gibi ' ATEŞ ÇEMBERLERİNE SIĞAMADIĞIMIZ'ın tılsımını bilmeli yeni nesil..

     Waré Siyayi, taş ve süt kokar. Berivanları, patikaları, yolları şenlendirir. Hiç kimseler, bu berivanlar ve çobanlar kadar doğanın dostluğuna adapte değiller. Hiç kimse de, bu boz bulanık tatlı kırlarda, benim kadar yirmi dört saat, pare pare terse çevrilmiş zamana adapte değildi. Zaman bana terse dönmüştü. Gündüz bu yerleştiğim yersizlikte güneşe çıkmak, bir kuralsız, keyfi, lüks gibiydi. Bu güneşte, kalın elbiselerimin içindeki bedenim, sokulduğu bu orman kümesinin derinliklerinde, ne serindi ne de sıcak. Aslında bu orman kümesine bir şafak vakti girmiş daha da çıkmamıştım. Zamanın zamanı yoktu. Gündüzü, güneşi, zorunlu olmadığı müddetce ben kendime yasak etmiştim. Ne garip ama bu adaletsiz adaletin kuralı böyle. Çakallar festivali başlamış. Şımarık 'Rambo'lara fırsatını sunmuş o lanet tarihin 'Bire bin' savaşı. Keyfinizin isteğini kaf dağlarının arkasına atmalısınız, gereken kurallara uymalısınız. Eğer bir iddia sahibiyseniz.... Dünden beri ekmeğimin kalan kırıntıları da bitmişti. Üç gündür tek sigarayla oyalanıyorum. Saatler sonra bir yakıyor, köklü bir yudum çekip tekrar söndürüyorum. Sonra dudaklarıma alır, sönük sigarayı içiyor gibi çekiyorum içime. Parmaklarımın arasıda ölçüyor, okşuyorum. Şimdiye kadar kaç yudum içtiğimi saymaya koyuluyorum. Sayılarını karı ştıırıyorum tekrar başa dönüyorum. Kanatlı bir böceğin renklerine hayranlıkla bakıyorum. Nedir bu süslü, canlının adı? Şu ince dal parçasına tırmanan karınca neden kendi katarından ayrılmış? Neden Waré Siya demişler bu yaylaya? Şimdi o uzaklardaki, o yaşlı nine, bana mutlaka tütün saklamış değil mi? Daha devlet kuracaktım, bizim tarım bakanlığına, waré Siya kırsalındaki bu renk anaforlarına süslenmiş börtü böcekleri, bu Cafran, karer vadilerindeki şaşırtıcı nefis kokularıyla boylanan bitkileri korumaya, incelemeye, geliştirmeye almaları için projeler sunacaktım ki... Hemen yakınımda kopan bir ses beni bu düşlerimde çekti. (Uzun uzun qamışlar, oy aman; ucunu boyamışlar, yar aman) 'Perişan Palas'ıma gömüldüm hemen. Üzerime, dera ağzında getirdiğim dikenli çalıyı koydum, Kollarımı altına sokulduğum kopuk bitki örtüsünün altına koydum. Gömülmüşüm, yokum...Çocuk sesleri kaırşık yükseliyor. Gitikce 'gitmiyorlar'. Her şeye, beklenmedik her şeye hazır olmaya alışmışım. Ondan dolayı -Bunlar da nerde çıktı yok artık. Her şey her yerde ve zamanda çıkar. Yoksa erkende 'canım çıkar'. Hiç bir hareket, davranış, zaman, insan, yer, bitki, böcek ile antlaşma imzalanmamış. İsteyenler, istedikleri gibi yakınıma, bütün tesadüfleriyle dokunabilirler... Koyu bir yanlışlıkla üzerime basmasınlar da.... Basarlarsa yerin dibinde bir insanın çıktıgını görecekler... Fakat bir çocuk, tam bu istenmeyeni yapmaya niyeti varmış gibi ayaklarıma dokundu dokunacak....
 

     Etrafımda kopan gürültülerin tam ortasındayım. Öksürük, bağırtı anlaşılmaz kimi sesleri, bazen garip sessizlikler izliyor. Parçalamak için bir yerlerde emir bekliyen kaç arslanın önünde, yağlı bir ziyafet gibi his ediyorum kendimi. Ne olacağı belli olmayan bu gümbürtülü kuşatmada, görünmemek için güvendiğim sadece üzerime bıraktığım dikenli kuru çalı parçasıdır. Sadece gövdemi kapsayan bu çalı parçasının dışında kalan bacaklarımı katlamış kollarımı toplamışım. Başım ve bacaklarım, yumuşak bitki parçalaırnın altında kendilerini talihin rüzgarına bırakmış bir kırık dökük gemi gibi sanki. Bir ayak basımı yeter görünmeme. Her şey hızlı gelişiyordu. Hışıltılar, gümbürtüler... Tam bu hızlı gelişen hengame anında, bir sert yalım başımın bitişiğinden vurdu geçti. Nefes almak için ayarladığım bitki boşluklarını alt üst etti. Bu gürültülerin, vurmaların altındayım. Nefesim daralıyor. Sol kolum nasıl olmuşsa alınmış gövdemin altında erkende uyuşmuş. Sağ kolumu kıpırdatmak zorundayım. Nefes almam için tekrar bitkilerden boşluk oluşturmalıyım. Kolumu kıpırdattım. Bir yerlere, ne bilelim, bir sonuca varmak üzereyken tekrar bir ses koptu ve kolumu geri çektim. Bu tesadüf durum iki kez tekrarlandı. Sanki benim kıpırdamamam için dikilmişlerdi başıma çocuklar. Fakat olacak iş değil, nefesim daraldıkca daralıyor. Kolumu kımıldadım. Karma-karışık edilen bitki parçacıklarını bu şekilde düzenlemek mümün değil, nefesimin zamanı da kalmıyor. Başımı kaldırmalıydım evet. Fakat başımdan evel, yerde bir büklüm bitki parçası kalkıyor, altında başım. Yüzüm gözüm o sertliğin vurup geçtiği yalımdan, ot kırıntılarıyla basılmıştı. Başımı kaldırdım. Kolumla yüzümü sildim. Bu hareket en olası sessizlik ve ağırca olmuştu. İşte bakışlarım beni hayrete düşürecek bir manzaraya kayıyor: Karşmda bir çocuk dikilmiş. Yüzü bana doğru.Sağ elinde bir çakı ile sol eline aldığı bir uzun ince dal parçasını soymakla meşgul. Gövdem artık açık. Başımı, önümdeki meşe dalına yarıladım. Gözlerimi ç ocuktan ayırmıyorum. Fakat bütün bu değişik seslerin sahibi sadece bu ç ocuk olamaz. Peki diğerleri nerdeydiler? Arkamda olabilirler miydi? Bir boyun çevirip baksam? Hayır olan olmuş, arkamda, sağımda solumda kimler varsa zaten var ve beni göreceklerse de, önümdeki bu çocuğa, mutlaka bir garip refleksle bildirecekler. Ben de onun davranışlarından zaten öğrenebilirim. Yerden yarım çıkmış birilerini, bu beklenmedik, düşünülmedik orman kümesinden görürse, her halde 'bir insan buldum' diye sevinip sarılmazdı bana. Kahve renkli bir çift göz, kısa ve geniş alnına önden dökülmüş siyah saçlar, ince burun, tombul bir çenenin üstüne adeta yayılırcasına düzenlenmiş iki dudak...bu dudakların arasında, eldeki çakının meşguliyetine yardım edermiş gibi arada bir dışarı uzanan kıvrak bir dil. Bu dil, bazen dişlerden darbe yercesine büzülüyor, tekrar ağızdan Içeri kayboluyor. Bakışlarımı kilitlediğim bu Waré Siya'nın küçük beyefendisi İşte böyle biri. Fakat bu başlanmış 'bakış savaşında'! bu minnacık beyefendimiz benden habersiz olarak tabi ki rahat.



 

    Ter damlacıklarının dağınık döküldüğü yüzüne, sağ elinin dışıyla silmek için çevik bir hamle yaptı. Başını bana doğru çervirdi. Buruşturduğu yüzündeki kırpılan çift göz, tam bana yönelmiş. Gülümsüyorum. Hani bir saklambaç şakasıyla, teredütlerini aza indirmek istiyorum. Bağırıp koşmasını engelemek gibi. Fakat hayret! Bakıyor görmüyor bu yarım yamalık yüzümü. Hayır görmüş olamaz. Başını, bakışlarını soyduğu dal parçasına indirdi.
Evet, bu 'bakıp görmeyen" hamle'yi de atlattım. Peki ne olacak bu çocuğun hali? Daha doğrusu benim halim ne olacak? Bitki parçacıklarının altında gelişi güzel savrulmuş bacakalarım halden hale girmiş. Bacaklarımın üstünde, yarı büklüm taş kesilmiş duruyorum. Bir dakikanın bir saate eşit olduğu hırçın bir zaman. Çocuğun gideceği yok. Ben olası böyle bir hamleye bir daha konuk olmamak için, az sonra isabetli bir kımıltı yapmış olduğumu anlayacaktım. Çocuk, bakışlarını soyduğu sopaya indirir indirmez, ben başımı daha da yaslandığım meşe gövdesinin alt kısmına indirmşitim usulen. Bu kez başımın hizasındaki yapraklı ince bir dalı sesizce kopardım, yüzümü kamufle ettim. Bu yaprakcıkların arasında, sadece siyah bir noktayı andıran tek gözüm çocuğa açık. İşte tam bu aldığım pozisyondan hemen sonra, çocuk, meşgul olduğu sopayı sol kolunun altında gövdesiyle tutuşturup, yüzünü bana doğru kaldırdı. Pantolonun ön düğmelerini açtı, su dökmeye koyuldu. O, su dökmenin rahatlığında, ben de, bedenim sızılara girmiş olsa da, az evel girdiğim bu daha da kamufle pozisyonun isabetli sevincindeyim. Her şey böyle anlarda hep uzun olur sanki. Normal anlarda bir su dökme bu kadar uzun olur muydu? Uzun işte, bitmesi acilen istenen her şey uzun. Ön düğmelerini kapadı. Artık bem beyaz olan sopayı eline aldı. Yine başlayacak... Ama hayır bir boyun kırdı ötelere, aniden koşarcasına uzaklaştı, beni halden hale sokmayı sonuçlandırmak, nasıl da basitti. Bir boyun kırış, bir koşum....
Vay çocuk vay... nerden bileceksin nice waré Siya'ların hayatlarını kirleten masum, kutsal istekleriyle siz çocuklar değil de, 'akıllı büyükler'! olduklarını. Bir gün senin de, sizlerin de, benim gibi böyle garip bir kanlı 'köşe kapmaca' lara ihiyaç duymayacak bir hayat diliyorum size. Girdiğimiz fırtına, düştüğümüz yol bu dilek içindir çocuk... Ardında baka kaldım sanki. Sevindim, bir şeyler kıskandım, bilemediğim bir düş karmaşası içinde, gök yüzü mavisiyle bakıştım, özgür bir fısıltıyla, enkazı andıran manzaramı kavradım. Bedenimi bitkilerin yumuşak şevkatine özgürce bıraktım. Meşe dallarınındaki asılı koyu, kalabalık yaprakları arasında, sıra tümsek uclarını tarazlayan mavi sonsuzluğa savrulan bakışlarım, zafer kazanmış bir rahatlıkla dönüp daireler çiziyordu. Narin bir sessiz yel var mı? Evet var. Waré Siya eteklerinden başlayıp Karér yüksekliklerine patikaları uzatanlaradır bu tasviyem: Buralarda yürüdüğünüzde, tatlı sohbetlerinize ara verdiğiniz bir an, hislerinizi dinleyin, o sessiz narin yeli duyumsayacak ve gök mavisinin her yerde bulunmayan berrakılığını göreceksiniz.
İşte tam 'keşfettiğim' bu berraklık ve narinlik içindeyim şimdi.



Kaç gündür saklayıp sayıkladığım, taksitle yudumladığım sigaramı içmenin zamanıdır şimdi.. Bu kez mümkünü yok, köküne kadar içeceğim, o kolay.Ama kolay değil işte.Arıyorum, tarıyorum yok. Gerçi şu Waré Siya'nın küçük bey efendisi karşısında, enkaza dönen bedenimde, bir yarım sigaranın kaybolmaması aslında şaşırtıcı ama kabullenemiyorum işte.Etfarımda dönüp dolanıyorum. Bitki parçacıklarının tozlarına, kalın elbiselerimin bütün bildik girdi çıktılarına bakıyorum yok. Aclık, bedenimi adeta sarsıyor.Bir şeyler yemek için etrafımda dolanıyorum.Yerden boylanan şu bitki parçacıkları, şu elime aldığım filiz incelikler yiyilebilseydi ne olacaktı sanki?Ağzıma alıyorum, çiğniyorum zehir zıkkım bir tad. Bir şeyler yapmanın karmaşık düşleri içinde, karanlık, orman kümesini sardı.Çıktım.Karşı yamaçlar, uzaklar, karanlık sonsuzluklar içinde ışık noktaları, uç çizgileri belirli-belirsizliklerle tarazlanmış sıra tümsekler, ayrı bir dünya sanki. Boz bulanık kuytu darlıklarından hızlı adımlanıyorum. Hamok vadisinden, hiç bir anım yokmuş gibi geçiyorum. Alnımda terler iniyor. Nefesim, gögsümün kafesini adeta dövüyor.Ilık bir yel fısıltısı, koca bir sessizlik ve adımlarımın olur olmaz hafif gıcırtıları geceye eğemen.Yıldızların insafına kalmış bir karanlığın daha koyulaşmaya koyulmuş o kör perdesi içinde, Hamok'u geride bırakmıştım. Çocukluğumda rüyalarımın o korkuluk konukları olan Şilbi deresinin, başlarını adeta alıp gittikleri o cinlerini, perilerini özlüyorum ne garip! Başımı, sanki akmalarını unutmuş küçük gölleklerdeki su birikintilerine indirip kana kana içtim. Durmadım, karşı yamacları adımladım. Dereler indim, yamaçlar geçtim. Bir vadinin dar bitişiğinde, gecenin sessizliğini yırtan köpek havlamalarıyla karşılaştığıma teredütlü sevindim. (Burası Deşt yaylalarının etekleri. O yüzden burada bir parantez açmalıyım. Çünkü belirtmiş olduğum gibi, sadece Cafran'lı anılarımı yazıyorum. Ondan dolayı sadece geri dönüşümde beni güldüren ve ekmegini benimle paylaşan sürünün çobanı, o güzel insan ile olan diyaloğumu belirteceğim.)

-Ez to nas nékena heni niyo?

-Heya xalo

-Ma zumuni nedime, nas nékenime heni niyo?

-Heya xalo xem meke ma zumuni nas nékenime

-Tı tewr niyama naca, to tewr non néwasto heni niyo?

-Heya xalo xem meke ez tewr niyama naca

-Tı çina heni niyo?

-Heya xalo ez çina

-Ne to mı diyo, ne mı to diyo heni niyo?

-Beso xalo... Xem meke ez çina, tı çı vana rast o. Özcesi; ben seni görmedim, bilimiyorum biribirinmizi görmemişiz, sen gelmemişsin buraya. Ben de bütün dediklerine 'evet' diyorum. Bu fedekar ve hoş insanın tereütlerini elbette anlıyordum. Geri döndüm. Hemen karanlığın koyu bir noktasında torbamdaki ekmeği, yağı yemeğe koyuldum. Sabah olmadan Waré Siya ve Şirnan yaylalarının arasında, bir noktada, gündüzü geçirmek için 'kaybolmalıyım'.

    Geven otlarının, taşlık yamaçlarının,çıplaklıklarıyla karışık kuytulukları bu kez yürüdüm.Yıldızların daha da berraklaştıkları gecenin o şafak eveli derin vaktinde, karşı Hamok yamaclarını adeta ezberimle geçmiş, uzun, geniş ve daha çok çekem otlarıyla serpilmiş dağınık kırsallara açılan öte yüze varmıştım.Patlayacak belirsizlikleri bağrında taşıyan sessizlik içinde, önceden bildiğim o orman kümesine girdim, yokladım. Iç kısımlarına ilerledikce, daha da karanlıklaşan ormanın kenarına çıktım, bir noktada oturdum.Ince- kalın meşe ağaçları, yaprak hışıltıları, yeşilliklere aykırı kuru çalı yıgınlarını bütünleyen bir kaya parçasının kenarında, gündüzü geçirmeye karar verdim.Gözlerime yüklenmiş uykuyu, az da olsa hafifletmek için, kalın pardesümün içine sığdırmaya çabalıyorum bedenimi.Başımı, bedenimi indirdiğim kaya kenarındaki bitkilerin karmaşası içinde, bir üşüme parçalıyor uykumu. Kalkıyorum ısınma hareketleriyle dolanıyorum, tekrar yatmaya uzanıyorum. Bu bölük pörçük uyku içinde, bir geceyi geride bırakan güneşin ormana yansıyan ışınlayıyla, gündüzü geçirecek pozisyonumu alıyorum. İnce dallarıyla titreşen bitkiler, dökük meşe yaprakları, nemli toprak ve orman kokusu içinde, bir boz bulanık kertenkele gösteriye çıkmış gibi yaylımlar çizerek geçiyor önümde. Sonra vızıldayarak, sesli-sessiz uçuşan değişik renklerden kanatlı böcekler her günki işlerine koyulmuşlar. Bu kez olası bir beklenmedik tesadüfe karşı, 'perişan palas'ımı kuru çalılarla, boylanan bitkilerin kaya kenarıyla bitiştiği daha geniş ve derin bir yerde kurmuştum. Bacaklarımı uzatabiliyorum, gövdemi bu korulukların karışıklıklarına daha rahat sokabiliyorum. Meşe ağacından kopardığım bol yapraklı iki dal parçasını, dışarda kalan başıma kaplıyorum. Ugraşıp yaptığım yerime girer girmez, sıcak bir atmosferin içinde uykuya dalmıştım. Neden sonra, çok uzaklarda yankılanır gibi bir sesin, gittikce daldığım uykuya girecekmiş gibi anlaşılmaz hışıltısına uyandım usulen.Yakınımda, hemen bedenimin adeta içine girecek kadar yakınımda olan bu hışıltıyı, kıpırdamadan yokluyorum. Gözlerim etrafından dört dönüyor ama kimseler, bir şeyler yok. Nedir, kimdir bu hışıltının sahibi? Ben bu sesi anlamaya çalışrken, orman kümesinin aşağılarında ancak işitebilgiğim bir insan sesi yankılandı. Bu etrafımdaki hışıltı ile, yankılanan insan sesi arasında düşlerim dönüp dolaşıyor. Sanki bir daha kalkmamaya yerleşmiş gibi, bedenimin üzerindeki bitki karmaşası, bir sarsılmamla daha da eski kamufle halini alamayacaktı. Bacaklarımı örten bitkilerin çalılıklarında, bir sarsıntının dolandığını his ettim.Işte bu hışıltı tam da oradan dolanıyor.Başımı daha da öne doğru, kamufle düzenini bozmadan ağırca kaldırdım. Üzerimdeki çalılıklardan tembelce dolanan bir yılan gövdesi....pul pul parlak ve boz gövde, iç içe dolanmış. Bu boz yıgının içinde başını merak ederek bakınıyorum.Kasları geriliyor, uzanıyor, kısalıyor. Hayret ve merakla bakınıyorum. Ses yaklaştıkca kımıldanmıyor sanki. Şimdi üzerimdeki bu kalın uzun ve başını daha görmediğim yılan ile, yankılandıkca ormana yaklaşan insan seslerinin kuşatmasındayım. Hani 'yağmurdan kaçmak ' isityorum ama 'doluya tutulmak da istemiyorum.Yılan, gövdesinin, bacaklarının üzerinde gezinip büzüldüğü insanı fark etse vurur mu? Ya da uzaklaşır mı? Söylenceleri hatırlıyorum.Hiç olumlu bir cevap dinlememiştim. Çıksam mı buradan? Sesler de, ormana hemen girip yayılacak gibi. Korkuluk yumağını andıran yılan, boz, parlak pullarıyla kımıldadı. Ücgen şeklindeki başını sert bir dönümle ileri kaldırdı ya da ben bu kımıldamayla belki de öyle duran o hırçın ve hamlelere hazır başını ilk görüyorum. Başımı kaplayan yapraklı ince dallara doğru boyun kırarsa, bu dalcıkların boşluklarında yüzümü gözlerimi göreceği kesin. Neyi bekliyorum? Bile bile lades gibi bir durum içinde his ettim kendimi. Sag elmi usulen çektim bitkilerin altında. Hamleye ya da , hani korunma refleksine hazır bir vaziyette.Yılan gerildi, dağıldı yayıldı adeta üzerimde. Sanki oynaşıyor, gövdesindeki pulları bana gösteriye sunmuş gibi. Boyuma dogru bir kıvram oynattı. Nasıl da kalın ve uzun olduğunu yeni görüyorum. Ağırlıgını, tamamen his ediyorum. Adeta dans ediyor bedenimle. Başı, omzumun kenarındaki bitki girintilerinde, çılgın kıvraklıklarla hareketleniyor. Insan sesleri, yankılarını bitirmiş, düpedüz ormanın içlerine değişik noktalarda net anlamayamadığım kopuk titreşimlere dönüşmüş. Şu Allah'ın belası korkuluk, nasıl bu seslerden etkilenmiyor, çıkıp gitmiyor, kaybolmuyor, şaşıyorum. Ya da bu seslerden korunmak için sokuldugu 'güvenlikli yer' ineden tam da bitkilerle kaplanmış bedenimin üstü olmasın ki? Yılan benden habersiz benimle adeta dans etmenin rahat ve tembel kımıldamalarındadır. Hani benden haberi olsa, bana saldırma ihitmali olmazsa, gül gibi geçinecegiz işte.Ama hayır..Bu humanizmanın boylandığı cografyada,güçlünün zayıfı acımasızca ezdiği o garip karşılıklı reflekslerin başlatıldığı hayat, yüz yıllardır eğemen.Ne yılan bana, ne de ben yılana güvenmenin ne zamanı, ne de sırasıdır. Her şey hızlı gelişiyor. İki kuşatmadan birini yarmalıyım. Ormana giren seslerden, odun toplamaya gelenler olduğuna eminim. Öyleyse Yılanı bertarfar etmeliyim. İçimde kopan bir teredüt dürtüsünün refleksiyle, ansızın yılanın kalın boynuna hazır elimle tutmaya saldırmam ile kalkışım bir oldu.. Elim bir yumuşaklığa değdi o kadar...Sonra üzerimdeki çalı ve bitki yığını, bedenim, yaprak kırıntıları,bitki tozları bir sarsılmayla iç içe karıştı. 'Perişan palasım' tamamen yıkıldı. Bu karmaşada kaybolan yılanın 'tehlikeli bölge'sinden uzaklaştım. Orman kümesinin iç kısmında, seyrek meşe agaçlarının içinde geziniyorum. Hemen alt kısmımda çalı kırıntılarından kopan insan sesleri. Uygun bir yer bulamıyorum, ortalıktayım adeta. Odun toplamak için orman derinliklerini adım adım arayan bir bayan, hemen öte yanımdaki meşe ağaçlarının arasında göründü.Ardında bir başka bayan sol yanımda adeta savaşa çıkmış gibi, elinde bir balta ile göründü. İkisinin de yaklaştıkları iki meşe aralığında boylanmış bitki kümesinin arkasındayım.Yüzüne detaylıca bakındığım iki bayandan birini tanıdım. Şirnan'ın Zuxur yaylasından gelmişler. Eğik-bügük bulunduğum noktaya doğru geliyorlardı. Aramızda yirmi adım kadar bir mesafe kalmış. Beklenmedik, korkulu bir süprizle benimle karşılaşmaktansa ben çıkmalıyım, tanıdığım bayana görünmeliyim. Usulen kalktım, çok doğal yürümenin pozistonuyla, orta boşlugu adımladım. İlkin beni tanıyan bayanın beni görmesini istediğim için, ona dogru adını çagırarak adımlandım. Şu insan psikolojisi ne garip detaylarla doluymuş!! Bana bakan, beni iyi tanıyan bayan, üzerine dağ kopacakmış gibi bağırıp koştu. Ardında diger bayan koştu ve orman, bir kıyamet sesiyle sarsılıyordu sanki.Ormanın öte çıplaklıklarına doğru adeta kopan sesleri durdurmalıyım.Ormandan çıkıp, hani ardlarında koşuştuğum gibi teredütlerini, daha da kışkırtan bir izlenimden sakınmak için onlara paralel koştum. Adeta benim onlardan 'korktugumu'! belirtmeliydim önce.Toplam altı bayan, aşağılara koşarken, ben de onlara ters yönde hem koşuşuyor gibi yapıyorum, hem de sakinlştirmek için bağırıyorum. Sakinleştiler, yanyana geldiler. Tanıdılar sevindiler adeta. Diğer bayanlar, beni tanıyıp da ormanda 'kıyamet' sesini koparan bayana söylendiler. Benim yüzümdeki solmuş bir gülümseme, onların yorgun, sevecen, içtenlikli samimiyetleri ve alınlarında akan terler, kısa ve anlamlı bir sohbetin unutulmazlığını kodlayıp esen sabah rüzgarına 'hatıra' diye bırakacaktı. Torbalarındaki yiyecekelerini bana içtenlikle vermenin o davranışları, bütün itirazlarımı silip süpüren bir fedekarlıgı içime yansıttı.

-Sen neden korktun allah aşkına?

-Ne bilem...

-Bir daha korku seni değil, sen korkuyu korkut tamam mı? Ne biçim Şirnanlı'sın.....!! Gülüştük söyleştik onlara bu karşılaşmamıza sebeb olan yılan maceramı anlatmadan ayrıldım.

     Yaklaşık beş ay kadar maceralarla dolu bir zamanı geride bırakmış, Şerafettin dağlarının eteklerinden, bir sabaha yaklaşan vakitten Karer'in karlı dağlarına varmıştım. Burada gündüzü geçirip, karlı dağlardan yoluma devam edecektim. Şafak ışınlarını, akşamdan sertleşen karların üstündeki parlak ipiltilere vurur vurmaz, havadan ve karadan, o güne kadar görülmemiş bir operasyon süpriziyle karşılaştım. Sırtını dağa yaslatan son evde usulen çıkmış, kenardaki kavaklıkların arasında karı, ellerimle kazarak, karlı kuyuda dört saat kalmıştım. Kısaca var- yok arası bir durumda kendimi akşamın alaca vaktinde o evde bulmuştum. Buzlarım eridi, baygın-ayık bir şekilde canlandım.Yedim içtim, ağlaşan o fedakar kadına moraller verdim, giyindim,dağları adımladım. Geriye dönüp bakındığım Karer, ortalıkta kalmış öksüz bir çocuğun acımasızlıklar içindeki lanet hayat ile penceleşmesinin resmini bu kadar net görememiştim.
Şafak eveli bir vakit Hamok'a vardım. Hamok'un karlı vadisinde, yaklaştığım tek köme doğru beklenmedik kar çığırları, ve kömün önünde basılmış karlı bir meydanla karşılaştım. Kenara çekildim, ansızın kömde çıkan bir delikanlıyla yüz yüze geldim. Böyle durumlarda, karşılaştığınız kişinin o an yüzünde, son günlerin bilmediğiniz gelişmelerini okumak mümkün. Sarıya çalan yüzün, tatlı bir tebessümle kahverenkli gözlerinde gizlemek istediği bir teredüt gittikce netleşiyordu. Az sonra durumu öğrenince, onun bu durgun halindeki teredütlerinin,s oğukkanlılığı yanında sıfır sayıldığını anlamış ve içimden bu delikanlıyı takdir edecektim. Operasyon bölgesini atlattığımı sanmıştım ama yanılmıştım. Cafran, Göl köyleri ve La vadisi, asker kuşatmasındaymış. Ben bu vadide, işte bu kuşatmanın tam ortasındayım şimdi. Şafak sökmüş, gün ışınlarını beyaz dünyaya yaymıştı. Delikanlı, hayvanlarını beslemek için bu köme yerleşmiş. Askerlerin kar çığırında çıkamayacaklarına daha evel de şahid olmuştum; fakat Cafran köyünden, bulunduğum bu köme zaten bir kar çığırı uzanmaktaydı. Bir helikopter gümbürtüsü vadiyi çınlatarak Karer'e dogru alçak bir uçuş yapıyor, dönüp dolanıyordu. Dün kendimi içinde ansızın bulduğum ve atlattığım tuzaktan sonra, bugün yine bir tuzağın içine düşmüştüm. Gün başlamıştı. Askerlerin bu köme gelmemeleri için bir sebep düşünemiyorum. Delikanlının düşleri, bakışları bana kilitli. Ne olacaktı? Ben bir tarafta delikanlının gizemliliklerindeki teredütlerini dogal sohbetlerle dağıtmaya çabalarken, diğer taraftan da askerlerle karşılaşmamak için ya da karşılaştığım durumda yapmam gerektikleri üzerinde yoğunlaşıyorum. Delikanlı:
-Askerler gelirse ne yaparsın abi?
-Sence ne yapmam gerekir karşılaşırsam?
-Sakın bir şey olmasın
-Sen merak etme, eğer dediklerimi yaparsan hiç bir şey olmaz
Ona, gireceğim köşeyi ve alacağım pozisyonu belirttim. Askerlerin gelmesi durumunda kendisini korkutacağını, işkence bile edeceklerini, ne olursa olsun soğukkanlı olması gerektiğini anlattım. Fakat delikanlı, askerlerin büyük bir olasılıkla beni bulabileceklerine inanarak benim tepkimi tekrarlıyordu. Aslında açık demese bile onlara karşılık vermememi benden işitmek istiyordu. Her halde böyle bir durumda, askerlere gül uzatmayacağım düşüncesi bende kalsın, delikanlıyı 'merak etme' diye ikna etmeye, moralmen rahatlamasını sağlamaya çabaladım. O, kömün önünde her günkü hayvanlarla iligilenme işine koyulmuş, ben de içerdeki küçük pencerede karşı tümsege bakıyorum. Ikimizin de bakışları, Cafran tarafından bir yılan gibi dolanıp bu köme uzanan karşı tümsekteki çığıra endekslenmişti. Helikopter, bir ucdan bir uca, kısa aralıklarla uçuşunu durmadan sürdürüyor. Askerler, Cafran'dan bu köme uzanan çığıra düşmüş adım adım yaklaşıyorlar. Önlerine de köyden birini almışlar, ard arda yürüyorlar. Adamın benim bu kömden olduğumdan haberi yok. Fakat hayvanlarını besleyen delikanlıdan haberi var. Burada inanılması zor bir süprizin olduğundan da bizim haberimiz yok. Askerler tümsege varmak üzereler.Tümseğe varmaları durumunda zaten köm görünecek ve hayvanlar ortalıkta. Gerisi artık askerlerin bir iştahla köme varmasıdır. Askerlerin önlerine kattığı kişi, yirmi adım... Evet ( sonradan benim de görüp şaşkınlıkla karşıladığım) tam yirmi adım tümseğin doruğuna kala, askerlerin kömü görüp delikanlıya hakaret etmemesi için son bir kez daha onları geriye döndermeye kelimeler döküyordu ağzında:
-Komutanım bu yol böyle uzanıp gidiyor yani
-Yani?
-Yani bir şey yok taa uzanıp, uzak karer köylerine gidiyor
-Öyle mi?
-Evet
-Uff...biraz dinlenelim.
-Dinlenelim komutanım...
Insan ne kadar dinlenirse dinlesin, fakat şu yirmi adım daha atıp tümseğe çıkmaz, bir güzel bakışmaz mi? 'hiç bir şey' yoksa bile bu 'hiç bir şey olmayan' tümseğin manzarasını merak etmez mi buraya kadar gelinmişken? Hayır etmezmiş....Ve askerlerin, yan yamaçtan karşı Göl köyüne doğru inişi adımladığından benim ve delikanlının haberi yok. Biz gün boyu her an o tümsekte çıkacak asker başlarını bekliyoruz. Şaşılası bir gün ve adeta durmuş bir zamanın döndüğünü, akşamın başlayan alaca karanlığı bize ispatladı.
Hamok'un karlı vadisinde kan akmadı o gün... Yıldızlar gök yüzünde oynaşmaya başladılar bile. Ben ve delikanlı yaktığımız ateşin önünde 'kazasız belasız' atlattığımız güne dair zevklice sohbetler, değerlendirmeler yapıyor, tahminler yürütüyoruz .Kuşatma alanında, başlayan gecenin bir vaktinde, habersiz ve belirsizliklerle dolu Çewlik'in karlı vadilerine doğru adımlamayı düşünerek, delikanlıya iki saat uyku almamı, beni uyandırmamı rica ederek ateşin önünde yarı büklüm uzandım. Uyandığımda her şey koyu, her şey derinliklerdeydi.Vadi, sessizlik, delikanlı, kar, soğuk, tümsekler, teredütler, düşler, gece, uykular her şey....Savaş ortasında harebeye dönmüş bir dünyada, mevzilerde patlamaya biriken bütün çılgın namlulardan uzatılmış belirsizlikler, kar ve benim adımlarım....Üstümü başımı bağlamış, bir şeyler atıştırmış, delikanlıdan 'geri dönüşü zor' bir elvedayla ayrılmışım. Hamok, Cafran Göl köyü üçgenindeki vadinin derinliklerini adımlıyorum. Pusu sessizliği kokan bir karlı şafakta, kar beyazlığının üstünde bir kara nokta gibi kayıyor ilerliyorum. Iki karşı yakada mevzilenmiş askerlerin orta yerindeki derin dereden ayak seslerimin sertleşmiş kar gıcırtılarıyla, Cafran köyünün altındaki dere hizasına vardım. Çılgın bir sessizliğin eğemen olduğu vadiden, sadece bildiğim durmadan yürümekti. Şafak sökmeden La vadisinin karlı yamaçlarını aşmaktır amacım. Ne var ki, dünleyin dört saat kaldığım karlı kuyudan bir darbe almış, kaslarım yarı kilitlenmişti. Adımlarımı her zamanki gibi açamıyor, hareketlenemiyordum. Bedenime anlaşılmaz bir ağırlık çökmüştü. Cafran köyünün altında o bir dolu adım açılımıyla atlanaybilinen dere suyunu atlarken suya düştüm. Gövdeme kadar suların içindeyim. Çılgın bir yorgunluk, soğukluk ve buz kapladı bedenimi.
Ikinci bir darbeydi bu. Sudan zar zor çıktım, takatım kesilmiş, yarım yumak ilerleme şansım sıfıra inmişti. Bu durumla La vadisinin karlı yamaçlarını, belirisizliklerini aşmam, tamamen zorlaşmıştı. Şafak söktü, sökecek. Şu yukarıdaki Cafran köyünün ilk evine gitmeden başka bir şey düşünmeyecek kadar takatsız ve zamansızdım. Canım buzdan cehenneme dönmüş.Yarı yumak eve doğru ağırca adımladım. Eski köyün toprak damlı evlerinden ilikinin kapısına vardım. Adeta ortasında dolandığım kuşatmadan, her an beklediğim ve şafagı, koca vadiyi gümbürteyecek silah seslerinin daha da çıkmamasına şaşıyorum. Benim de parmaklarımda her halde kimse bir gül dalı düşünmemeli. Şimdi Yaklaştığım kapının bana açılıp açılmaması, hayatımı belirleyecek önemdedir. Pek umutlu değilim aslında. Fakat denemeliyim şansımı. Usulen bir tıkladım, ses yok. Boz bulanık vadiyi buzlanmış, yorgun ve agırlaşmış bedenimle, çaresiz adımlayacagım düşüncesiyle, tekrar tıkladım kapıyı. Bu kez Kim olduğum bile sorulmadan kapının fısıltılı aralanması... Ve aralanan kapıdan bir kolun beni bütün içtenliğiyle içeri çekmesi.... Kapı kapatıldı, lambanın hafif sızan aydınlığında, karşımda bir esmer adam, haklı ve anlamlı olarak söze gerek kalmadığının gerçekliğini yüz hatlarında ifade eden bir sessiz kahraman kadın. Bir de sonraları kendisini hatırlatan tombul bir çocuk....Eller, kollar hareketli. Gelmeler gitmeler sessiz ve hızlı. Elbiselerimi değiştim, mutfagın ocagında oturtuldum. Bir şeyler getirdiler atıştırdım. Şafak sökmüştü. Karanlık bir köşede, sıcak bir yumuşaklığın içine uzandım. Ev sahipleri sessiz kahramanlarım, kapıyı kilitleyip benden dolayı her günden daha erken dışarı, işlerine koyuldular.
Gün boyu kulağım dışardaki seslere endekslenmiş, kımıldamadan sıcak bir 'kayıp' içinde durdum, düşündüm. Helikopterin yakınlaşıp uzaklaşan gümbürtüleriyle, o gün de Veli Geçit ismindeki devrimci genç, ötelerde, buban, Sılo deresi kırsalında katledilmiş, akşam olmuştu. Ve ev sahibi sesiz kahramanlarım eve döndüler. Kuşatma devam ediyormuş. Kısa ama unutulmayan bir sohbetten sonra yedim, içtim, geri dönen canlılıgımla geceyi, vadileri, dereleri, belirsizlikleri adımlarken bu esmer adamın sesi, o bayanın fedekarlığındaki sessizlik, Cafran'ı hep sıcak bir fedekarlığın anlamlı izi olarak yüreğimde bırakacaktı. Cafran sıcaktır yüreğimde hep Cafran, sevdalısı olduğum o esmer adamdır Cafran, vefat etmiş, sessiz fedakarlığın içimdeki simgesi olan o kadın, o annedir.


SICAK BIR SELAMDIR CAFRAN

 

İlHAMİ SERTKAYA, 26.07.2005