CAFRAN BİR SICAK SELAMDIR
İlHAMİ SERTKAYA 27-06-2005
Kolay
solmayan o sarı çiçek en derin vadilerde, koyu gölgelere direnen sıcak bir
ipilti. Binlerce karınca paylaşımını taşıyan o ince patikaların eflatun
detayları...Eğer siz Hamok deresinde bir şiir okumamış, bir türkü
söylememişseniz, Hamok'un yetmiş yedi dile savurduğu o yankının suyundan
içmemişsiniz. Çünkü ben Hamok vadisinde, yankıların sessizlikleriyle müsayib
oldum. Resmi akılların işi değildir Hamok'u anlamak. Orada geceler beni koynunda barındırdı.
Karıncalarla kurduğum diyalog, bütün sevdalıların tanrıça devirlerini
tarihten getirmişti bakı şlarıma. Ben prometheyi Hamok vadisine getirmiştim
inanın.... Zeus'lar bir fermanla saltanatları aşkına bizi ararlarken ben ve
Prometheus zaten ateşi çalmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Afroditlere zaten
inanmıyorduk ve Zeus'ların kızgınlıkları, bizim humanistliğimizin duvarlarına
çarpar dururdu. Siz hiç gülmelerin rengini gördünüz mü? Ben gördüm warê Siya
(Kara yayla) de... Merak etmeyin sevgili okurlar, size bir bir anlatacağım
Cafran'ı Hamok'u, Waré Siya'yı. Ama önce yirmi üç yıl evel o tümsekte kalan
yarım sigaramı, O esmer yüzlü kahramanımı, yılanlarla dansımı size
tanıtmalıyım. Beni kendisine sevdalandıran o tılsımlı esmer adam....
Karıncalar diyaloglarını alıp kara gömülmüşlerdi ve koyu bir yanlızlık
kışındaydım. Prometheus'da çaldığı ateşi bir parça bana bırakıp gitmişti
dostça. Sabaha doğru Hamok vadisinde kuşatılmıştım. Waré Siyayide o sonbahar
aldığım esmer gülüşümü, Hamok'a emanet bırakmış, kuşatmayı yarmalıydım.
Şafağın alaca vaktinde dere boyunu izledim. Lastiklerimi ters bağladım
ayaklarıma ve Şaşrtmaca yürüdüm.Tiftiğim ayaklarıma cehennem gibi yapışmıştı.
Buz kesilmiş gibiydim. Aclık ve yorgunluk bana gülüyordu insafsızca, ben de
onlara... Buraya kadar senin sevdan, başaramazsın artık diye fısıldıyorlardı
bana. Ben başarmak için varım, başarmamak için ateşe ve özgürlüğe sevdalı
olmadım, diye cevaplıyordum. Suya düştüm ve tepeden tırnağa sular içindeyim.
Tamamen elbiselerim buzlanmış, zar zor yürüyen bir buz adamı gibiyim. Öte
tümsekte Zeus'un askerlerini görüyorum ve aşağıya bir baksalar buzdan bir
karanlık noktanın yürüdüğünü görebilirler. Daha aşağılara gitmek bir
belirsizlikti ve gün başlamak üzereydi. Tek seçeneğim eski köyün bir kaç
evlerinden biriydi. Ya bana kapı açılacak, ya ben bu yüklü, yorgun ve bitkin
halimle belirsizliklere açılacağım. Bana kapıyı açmanın bir kahramanlık
olduğunu biliyor ve pek ihtimal vermiyordum. Askerlerin kuşatmasındaki bir
köyde, o an bana kapıyı açmak, ölüm riskini göze almaktı. Kapıya zar zor
yaklaşabildim. Bir tıkladım usulen, ses yok. En son şansımı deniyeyim dedim,
bir daha tıkladım. Biliyor musunuz ne oldu sevgili okurlar? Eğer siz o
şartları, o manzarayı yaşamamışsanız, yaşıyanlar kadar his edeceğinizi
sanmıyorum, ama anlatmalıyım. Adeta ölüm kalım sorununun o şafak
endekslendiği o kapı, beni şaşartırcasına açıldı hem de kimsin demeden. Zaten
bir ateş ve özgürlük hırsızından başka kimse olamazdı o şafak orada. O
kapının açılışındaki o ses daha kulaklarımda. O kapıyı açan ve kendisine
sevdalı olduğum adamın esmer yüzü gözlerimin önündedir, kalın, şevkatli sesi
kulaklarımdadır. Bu benim hayat kahramanı çiftten biri, sonraları ben
görmeden vefat etti. Karer topraklarına dönersem bir gün, onun mezarına bir
demet sarı Cafran çiçeği bırakacağım, boyunumun borcu olsun. Diğer kahramanım
yaşıyor ve yıllar sonra gördüm kendisini. Tamamen elbiselerim buzlanmış, zar
zor yürüyen bir buz adamı gibiyim. Öte tümsekte Zeus'un askerlerini görüyorum
ve aşağıya bir baksalar buzdan bir karanlık noktanın yürüdüğünü görebilirler.
Daha aşağılara gitmek bir belirsizlikti ve gün başlamak üzereydi. Tek
seçeneğim eski köyün bir kaç evlerinden biriydi. Ya bana kapı açılacak, ya
ben bu yüklü, yorgun ve bitkin halimle belirsizliklere açılacağım. Bana
kapıyı açmanın bir kahramanlık olduğunu biliyor ve pek ihtimal vermiyordum.
Askerlerin kuşatmasındaki bir köyde, o an bana kapıyı açmak, ölüm riskini
göze almaktı. Kapıya zar zor yaklaşabildim. Bir tıkladım usulen, ses yok. En
son şansımı deniyeyim dedim, bir daha tıkladım. Açılan kapıdan sonrasını,
"HAYDUTLAR KUŞATMASI" adlı romanımdan yazmışım sevgili okurlar.
Cafran bir sıcak selamdır, unutulmayan. Cafran benim sevdalı olduğum o esmer
adamdır. La deresinden geçerseniz bakıştığınız her tümsekte anılarım saklıdır
benim. Her fırsatta anlatacağım ..... Bu bir diyalog başlangıcımız olsun Bir
MERHABA yani.... Varé Siyayı, yarım kalmış sigaramı, yılanlarla dansımı
anlatacagım size... Anlatmalıyım ki, yeni nesil bilsin Cafran'ın detaylı
rengini ve kıymetini... Bir şiirimde belirtiğim gibi ' ATEŞ ÇEMBERLERİNE
SIĞAMADIĞIMIZ'ın tılsımını bilmeli yeni nesil..
Waré Siyayi, taş ve süt kokar. Berivanları, patikaları, yolları
şenlendirir. Hiç kimseler, bu berivanlar ve çobanlar kadar doğanın dostluğuna
adapte değiller. Hiç kimse de, bu boz bulanık tatlı kırlarda, benim kadar
yirmi dört saat, pare pare terse çevrilmiş zamana adapte değildi. Zaman bana
terse dönmüştü. Gündüz bu yerleştiğim yersizlikte güneşe çıkmak, bir
kuralsız, keyfi, lüks gibiydi. Bu güneşte, kalın elbiselerimin içindeki
bedenim, sokulduğu bu orman kümesinin derinliklerinde, ne serindi ne de
sıcak. Aslında bu orman kümesine bir şafak vakti girmiş daha da çıkmamıştım.
Zamanın zamanı yoktu. Gündüzü, güneşi, zorunlu olmadığı müddetce ben kendime yasak
etmiştim. Ne garip ama bu adaletsiz adaletin kuralı böyle. Çakallar festivali
başlamış. Şımarık 'Rambo'lara fırsatını sunmuş o lanet tarihin 'Bire bin'
savaşı. Keyfinizin isteğini kaf dağlarının arkasına atmalısınız, gereken
kurallara uymalısınız. Eğer bir iddia sahibiyseniz.... Dünden beri ekmeğimin
kalan kırıntıları da bitmişti. Üç gündür tek sigarayla oyalanıyorum. Saatler
sonra bir yakıyor, köklü bir yudum çekip tekrar söndürüyorum. Sonra
dudaklarıma alır, sönük sigarayı içiyor gibi çekiyorum içime. Parmaklarımın
arasıda ölçüyor, okşuyorum. Şimdiye kadar kaç yudum içtiğimi saymaya
koyuluyorum. Sayılarını karı ştıırıyorum tekrar başa dönüyorum. Kanatlı
bir
böceğin renklerine hayranlıkla bakıyorum. Nedir bu süslü, canlının adı? Şu
ince dal parçasına tırmanan karınca neden kendi katarından ayrılmış? Neden
Waré Siya demişler bu yaylaya? Şimdi o uzaklardaki, o yaşlı nine, bana
mutlaka tütün saklamış değil mi? Daha devlet kuracaktım, bizim tarım
bakanlığına, waré Siya kırsalındaki bu renk anaforlarına süslenmiş börtü
böcekleri, bu Cafran, karer vadilerindeki şaşırtıcı nefis kokularıyla
boylanan bitkileri korumaya, incelemeye, geliştirmeye almaları için projeler
sunacaktım ki... Hemen yakınımda kopan bir ses beni bu düşlerimde çekti.
(Uzun uzun qamışlar, oy aman; ucunu boyamışlar, yar aman) 'Perişan Palas'ıma
gömüldüm hemen. Üzerime, dera ağzında getirdiğim dikenli çalıyı koydum,
Kollarımı altına sokulduğum kopuk bitki örtüsünün altına koydum. Gömülmüşüm,
yokum...Çocuk sesleri kaırşık yükseliyor. Gitikce 'gitmiyorlar'. Her şeye,
beklenmedik her şeye hazır olmaya alışmışım. Ondan dolayı -Bunlar da nerde
çıktı yok artık. Her şey her yerde ve zamanda çıkar. Yoksa erkende 'canım
çıkar'. Hiç bir hareket, davranış, zaman, insan, yer, bitki, böcek ile
antlaşma imzalanmamış. İsteyenler, istedikleri gibi yakınıma, bütün
tesadüfleriyle dokunabilirler... Koyu bir yanlışlıkla üzerime basmasınlar
da.... Basarlarsa yerin dibinde bir insanın çıktıgını görecekler... Fakat bir
çocuk, tam bu istenmeyeni yapmaya niyeti varmış gibi ayaklarıma dokundu
dokunacak....
Etrafımda kopan gürültülerin tam ortasındayım. Öksürük, bağırtı
anlaşılmaz kimi sesleri, bazen garip sessizlikler izliyor. Parçalamak için
bir yerlerde emir bekliyen kaç arslanın önünde, yağlı bir ziyafet gibi his ediyorum
kendimi. Ne olacağı belli olmayan bu gümbürtülü kuşatmada, görünmemek için
güvendiğim sadece üzerime bıraktığım dikenli kuru çalı parçasıdır. Sadece
gövdemi kapsayan bu çalı parçasının dışında kalan bacaklarımı katlamış
kollarımı toplamışım. Başım ve bacaklarım, yumuşak bitki parçalaırnın
altında
kendilerini talihin rüzgarına bırakmış bir kırık dökük gemi gibi sanki. Bir
ayak basımı yeter görünmeme. Her şey hızlı gelişiyordu. Hışıltılar,
gümbürtüler... Tam bu hızlı gelişen hengame anında, bir sert yalım başımın bitişiğinden
vurdu geçti. Nefes almak için ayarladığım bitki boşluklarını alt üst etti. Bu
gürültülerin, vurmaların altındayım. Nefesim daralıyor. Sol kolum nasıl
olmuşsa alınmış gövdemin altında erkende uyuşmuş. Sağ kolumu kıpırdatmak
zorundayım. Nefes almam için tekrar bitkilerden boşluk oluşturmalıyım. Kolumu
kıpırdattım. Bir yerlere, ne bilelim, bir sonuca varmak üzereyken tekrar bir
ses koptu ve kolumu geri çektim. Bu tesadüf durum iki kez tekrarlandı. Sanki
benim kıpırdamamam için dikilmişlerdi başıma çocuklar. Fakat olacak iş değil,
nefesim daraldıkca daralıyor. Kolumu kımıldadım. Karma-karışık edilen bitki
parçacıklarını bu şekilde düzenlemek mümün değil, nefesimin zamanı da
kalmıyor. Başımı kaldırmalıydım evet. Fakat başımdan evel, yerde bir büklüm
bitki parçası kalkıyor, altında başım. Yüzüm gözüm o sertliğin vurup geçtiği
yalımdan, ot kırıntılarıyla basılmıştı. Başımı kaldırdım.
Kolumla yüzümü
sildim. Bu hareket en olası sessizlik ve ağırca olmuştu. İşte bakışlarım beni
hayrete düşürecek bir manzaraya kayıyor: Karşmda bir çocuk dikilmiş. Yüzü
bana doğru.Sağ elinde bir çakı ile sol eline aldığı bir uzun ince dal
parçasını soymakla meşgul. Gövdem artık açık. Başımı, önümdeki meşe dalına
yarıladım. Gözlerimi ç ocuktan ayırmıyorum. Fakat bütün bu değişik seslerin
sahibi sadece bu ç ocuk olamaz. Peki diğerleri nerdeydiler? Arkamda olabilirler miydi? Bir boyun çevirip baksam? Hayır olan olmuş, arkamda, sağımda
solumda kimler varsa zaten var ve beni göreceklerse de, önümdeki bu çocuğa,
mutlaka bir garip refleksle bildirecekler. Ben de onun davranışlarından zaten
öğrenebilirim. Yerden yarım çıkmış birilerini, bu beklenmedik, düşünülmedik
orman kümesinden görürse, her halde 'bir insan buldum' diye sevinip
sarılmazdı bana. Kahve renkli bir çift göz, kısa ve geniş alnına önden
dökülmüş siyah saçlar, ince burun, tombul bir çenenin üstüne adeta
yayılırcasına düzenlenmiş iki dudak...bu dudakların arasında, eldeki çakının
meşguliyetine yardım edermiş gibi arada bir dışarı uzanan kıvrak bir dil. Bu
dil, bazen dişlerden darbe yercesine büzülüyor, tekrar ağızdan Içeri
kayboluyor. Bakışlarımı kilitlediğim bu Waré Siya'nın küçük beyefendisi İşte
böyle biri. Fakat bu başlanmış 'bakış savaşında'! bu minnacık beyefendimiz
benden habersiz olarak tabi ki rahat.
Ter damlacıklarının
dağınık döküldüğü yüzüne, sağ elinin dışıyla silmek için çevik bir hamle
yaptı. Başını bana doğru çervirdi. Buruşturduğu yüzündeki kırpılan çift göz,
tam bana yönelmiş. Gülümsüyorum. Hani bir saklambaç şakasıyla, teredütlerini
aza indirmek istiyorum. Bağırıp koşmasını engelemek gibi. Fakat hayret!
Bakıyor görmüyor bu yarım yamalık yüzümü. Hayır görmüş olamaz. Başını,
bakışlarını soyduğu dal parçasına indirdi.
Evet, bu 'bakıp görmeyen" hamle'yi de atlattım. Peki ne olacak bu çocuğun
hali? Daha doğrusu benim halim ne olacak? Bitki parçacıklarının altında
gelişi güzel savrulmuş bacakalarım halden hale girmiş. Bacaklarımın üstünde,
yarı büklüm taş kesilmiş duruyorum. Bir dakikanın bir saate eşit olduğu
hırçın bir zaman. Çocuğun gideceği yok. Ben olası böyle bir hamleye bir daha
konuk olmamak için, az sonra isabetli bir kımıltı yapmış olduğumu
anlayacaktım. Çocuk, bakışlarını soyduğu sopaya indirir indirmez, ben başımı
daha da yaslandığım meşe gövdesinin alt kısmına indirmşitim usulen. Bu kez
başımın hizasındaki yapraklı ince bir dalı sesizce kopardım, yüzümü kamufle
ettim. Bu yaprakcıkların arasında, sadece siyah bir noktayı andıran tek gözüm
çocuğa açık. İşte tam bu aldığım pozisyondan hemen sonra, çocuk, meşgul
olduğu sopayı sol kolunun altında gövdesiyle tutuşturup, yüzünü bana doğru
kaldırdı. Pantolonun ön düğmelerini açtı, su dökmeye koyuldu. O, su dökmenin
rahatlığında, ben de, bedenim sızılara girmiş olsa da, az evel girdiğim bu
daha da kamufle pozisyonun isabetli sevincindeyim. Her şey böyle anlarda hep
uzun olur sanki. Normal anlarda bir su dökme bu kadar uzun olur muydu? Uzun
işte, bitmesi acilen istenen her şey uzun. Ön düğmelerini kapadı. Artık bem
beyaz olan sopayı eline aldı. Yine başlayacak... Ama hayır bir boyun kırdı ötelere,
aniden koşarcasına uzaklaştı, beni halden hale sokmayı sonuçlandırmak, nasıl
da basitti. Bir boyun kırış, bir koşum....
Vay çocuk vay... nerden bileceksin nice waré Siya'ların hayatlarını kirleten
masum, kutsal istekleriyle siz çocuklar değil de, 'akıllı büyükler'!
olduklarını. Bir gün senin de, sizlerin de, benim gibi böyle garip bir kanlı
'köşe kapmaca' lara ihiyaç duymayacak bir hayat diliyorum size. Girdiğimiz
fırtına, düştüğümüz yol bu dilek içindir çocuk... Ardında baka kaldım sanki.
Sevindim, bir şeyler kıskandım, bilemediğim bir düş karmaşası içinde, gök
yüzü mavisiyle bakıştım, özgür bir fısıltıyla, enkazı andıran manzaramı
kavradım. Bedenimi bitkilerin yumuşak şevkatine özgürce bıraktım. Meşe
dallarınındaki asılı koyu, kalabalık yaprakları arasında, sıra tümsek
uclarını tarazlayan mavi sonsuzluğa savrulan bakışlarım, zafer kazanmış bir
rahatlıkla dönüp daireler çiziyordu. Narin bir sessiz yel var mı? Evet var.
Waré Siya eteklerinden başlayıp Karér yüksekliklerine patikaları
uzatanlaradır bu tasviyem: Buralarda yürüdüğünüzde, tatlı sohbetlerinize ara
verdiğiniz bir an, hislerinizi dinleyin, o sessiz narin yeli duyumsayacak ve
gök mavisinin her yerde bulunmayan berrakılığını göreceksiniz.
İşte tam 'keşfettiğim' bu berraklık ve narinlik içindeyim şimdi.
Kaç gündür
saklayıp sayıkladığım, taksitle yudumladığım sigaramı içmenin zamanıdır
şimdi.. Bu kez mümkünü yok, köküne kadar içeceğim, o kolay.Ama kolay değil
işte.Arıyorum, tarıyorum yok. Gerçi şu Waré Siya'nın küçük bey efendisi
karşısında, enkaza dönen bedenimde, bir yarım sigaranın kaybolmaması aslında
şaşırtıcı ama kabullenemiyorum işte.Etfarımda dönüp dolanıyorum. Bitki
parçacıklarının tozlarına, kalın elbiselerimin bütün bildik girdi çıktılarına
bakıyorum yok. Aclık, bedenimi adeta sarsıyor.Bir şeyler yemek için etrafımda
dolanıyorum.Yerden boylanan şu bitki parçacıkları, şu elime aldığım filiz
incelikler yiyilebilseydi ne olacaktı sanki?Ağzıma alıyorum, çiğniyorum zehir
zıkkım bir tad. Bir şeyler yapmanın karmaşık düşleri içinde, karanlık, orman
kümesini sardı.Çıktım.Karşı yamaçlar, uzaklar, karanlık sonsuzluklar içinde
ışık noktaları, uç çizgileri belirli-belirsizliklerle tarazlanmış sıra
tümsekler, ayrı bir dünya sanki. Boz bulanık kuytu darlıklarından hızlı
adımlanıyorum. Hamok vadisinden, hiç bir anım yokmuş gibi geçiyorum. Alnımda
terler iniyor. Nefesim, gögsümün kafesini adeta dövüyor.Ilık bir yel
fısıltısı, koca bir sessizlik ve adımlarımın olur olmaz hafif gıcırtıları
geceye eğemen.Yıldızların insafına kalmış bir karanlığın daha koyulaşmaya
koyulmuş o kör perdesi içinde, Hamok'u geride bırakmıştım. Çocukluğumda
rüyalarımın o korkuluk konukları olan Şilbi deresinin, başlarını adeta alıp
gittikleri o cinlerini, perilerini özlüyorum ne garip! Başımı, sanki
akmalarını unutmuş küçük gölleklerdeki su birikintilerine indirip kana kana
içtim. Durmadım, karşı yamacları adımladım. Dereler indim, yamaçlar geçtim.
Bir vadinin dar bitişiğinde, gecenin sessizliğini yırtan köpek havlamalarıyla
karşılaştığıma teredütlü sevindim. (Burası Deşt yaylalarının etekleri. O yüzden burada bir parantez açmalıyım.
Çünkü belirtmiş olduğum gibi, sadece Cafran'lı anılarımı yazıyorum. Ondan
dolayı sadece geri dönüşümde beni güldüren ve ekmegini benimle paylaşan
sürünün çobanı, o güzel insan ile olan diyaloğumu belirteceğim.)
-Ez to nas nékena heni niyo?
-Heya xalo
-Ma zumuni nedime, nas nékenime heni niyo?
-Heya xalo xem meke ma zumuni nas nékenime
-Tı tewr niyama naca, to tewr non néwasto
heni niyo?
-Heya xalo xem meke ez tewr niyama naca
-Tı çina heni niyo?
-Heya xalo ez çina
-Ne to mı diyo, ne mı to diyo heni niyo?
-Beso xalo... Xem meke ez çina, tı çı vana
rast o. Özcesi; ben seni görmedim, bilimiyorum biribirinmizi görmemişiz, sen
gelmemişsin buraya. Ben de bütün dediklerine 'evet' diyorum. Bu fedekar ve hoş
insanın tereütlerini elbette anlıyordum. Geri döndüm. Hemen karanlığın koyu
bir noktasında torbamdaki ekmeği, yağı yemeğe koyuldum. Sabah olmadan Waré
Siya ve Şirnan yaylalarının arasında, bir noktada, gündüzü geçirmek için
'kaybolmalıyım'.
Geven
otlarının, taşlık yamaçlarının,çıplaklıklarıyla karışık kuytulukları
bu kez
yürüdüm.Yıldızların daha da berraklaştıkları gecenin o şafak eveli derin
vaktinde, karşı Hamok yamaclarını adeta ezberimle geçmiş, uzun, geniş ve daha
çok çekem otlarıyla serpilmiş dağınık kırsallara açılan öte yüze
varmıştım.Patlayacak belirsizlikleri bağrında taşıyan sessizlik içinde,
önceden bildiğim o orman kümesine girdim, yokladım. Iç kısımlarına
ilerledikce, daha da karanlıklaşan ormanın kenarına çıktım, bir noktada
oturdum.Ince- kalın meşe ağaçları, yaprak hışıltıları, yeşilliklere aykırı
kuru çalı yıgınlarını bütünleyen bir kaya parçasının kenarında, gündüzü
geçirmeye karar verdim.Gözlerime yüklenmiş uykuyu, az da olsa hafifletmek
için, kalın pardesümün içine sığdırmaya çabalıyorum bedenimi.Başımı, bedenimi
indirdiğim kaya kenarındaki bitkilerin karmaşası içinde, bir üşüme parçalıyor
uykumu. Kalkıyorum ısınma hareketleriyle dolanıyorum, tekrar yatmaya
uzanıyorum. Bu bölük pörçük uyku içinde, bir geceyi geride bırakan güneşin
ormana yansıyan ışınlayıyla, gündüzü geçirecek pozisyonumu alıyorum. İnce
dallarıyla titreşen bitkiler, dökük meşe yaprakları, nemli toprak ve orman
kokusu içinde, bir boz bulanık kertenkele gösteriye çıkmış gibi yaylımlar
çizerek geçiyor önümde. Sonra vızıldayarak, sesli-sessiz uçuşan değişik
renklerden kanatlı böcekler her günki işlerine koyulmuşlar. Bu kez olası bir
beklenmedik tesadüfe karşı, 'perişan palas'ımı kuru çalılarla, boylanan
bitkilerin kaya kenarıyla bitiştiği daha geniş ve derin bir yerde kurmuştum. Bacaklarımı
uzatabiliyorum, gövdemi bu korulukların karışıklıklarına daha rahat
sokabiliyorum. Meşe ağacından kopardığım bol yapraklı iki dal parçasını,
dışarda kalan başıma kaplıyorum. Ugraşıp yaptığım yerime girer girmez, sıcak
bir atmosferin içinde uykuya dalmıştım. Neden sonra, çok uzaklarda yankılanır
gibi bir sesin, gittikce daldığım uykuya girecekmiş gibi anlaşılmaz
hışıltısına uyandım usulen.Yakınımda, hemen bedenimin adeta içine girecek
kadar yakınımda olan bu hışıltıyı, kıpırdamadan yokluyorum. Gözlerim
etrafından dört dönüyor ama kimseler, bir şeyler yok. Nedir, kimdir bu
hışıltının sahibi? Ben bu sesi anlamaya çalışrken, orman kümesinin
aşağılarında ancak işitebilgiğim bir insan sesi yankılandı. Bu etrafımdaki
hışıltı ile, yankılanan insan sesi arasında düşlerim dönüp dolaşıyor. Sanki
bir daha kalkmamaya yerleşmiş gibi, bedenimin üzerindeki bitki karmaşası, bir
sarsılmamla daha da eski kamufle halini alamayacaktı. Bacaklarımı örten
bitkilerin çalılıklarında, bir sarsıntının dolandığını his ettim.Işte
bu
hışıltı tam da oradan dolanıyor.Başımı daha da öne doğru, kamufle düzenini
bozmadan ağırca kaldırdım. Üzerimdeki çalılıklardan tembelce dolanan bir
yılan gövdesi....pul pul parlak ve boz gövde, iç içe dolanmış. Bu boz yıgının
içinde başını merak ederek bakınıyorum.Kasları geriliyor, uzanıyor,
kısalıyor. Hayret ve merakla bakınıyorum. Ses yaklaştıkca kımıldanmıyor
sanki. Şimdi üzerimdeki bu kalın uzun ve başını daha görmediğim yılan ile,
yankılandıkca ormana yaklaşan insan seslerinin kuşatmasındayım. Hani
'yağmurdan kaçmak ' isityorum ama 'doluya tutulmak da istemiyorum.Yılan,
gövdesinin, bacaklarının üzerinde gezinip büzüldüğü insanı fark etse vurur
mu? Ya da uzaklaşır mı? Söylenceleri hatırlıyorum.Hiç olumlu bir cevap
dinlememiştim. Çıksam mı buradan? Sesler de, ormana hemen girip yayılacak gibi.
Korkuluk yumağını andıran yılan, boz, parlak pullarıyla kımıldadı. Ücgen
şeklindeki başını sert bir dönümle ileri kaldırdı ya da ben bu kımıldamayla
belki de öyle duran o hırçın ve hamlelere hazır başını ilk görüyorum. Başımı
kaplayan yapraklı ince dallara doğru boyun kırarsa, bu dalcıkların
boşluklarında yüzümü gözlerimi göreceği kesin. Neyi bekliyorum? Bile bile lades gibi bir durum içinde his ettim
kendimi. Sag elmi usulen çektim bitkilerin altında. Hamleye ya da , hani
korunma refleksine hazır bir vaziyette.Yılan gerildi, dağıldı yayıldı adeta
üzerimde. Sanki oynaşıyor, gövdesindeki pulları bana gösteriye sunmuş gibi.
Boyuma dogru bir kıvram oynattı. Nasıl da kalın ve uzun olduğunu yeni
görüyorum. Ağırlıgını, tamamen his ediyorum. Adeta dans ediyor bedenimle.
Başı, omzumun kenarındaki bitki girintilerinde, çılgın kıvraklıklarla
hareketleniyor. Insan sesleri, yankılarını bitirmiş, düpedüz ormanın içlerine
değişik noktalarda net anlamayamadığım kopuk titreşimlere dönüşmüş. Şu
Allah'ın belası korkuluk, nasıl bu seslerden etkilenmiyor, çıkıp gitmiyor,
kaybolmuyor, şaşıyorum. Ya da bu seslerden korunmak için sokuldugu 'güvenlikli
yer' ineden tam da bitkilerle kaplanmış bedenimin üstü olmasın ki? Yılan
benden habersiz benimle adeta dans etmenin rahat ve tembel
kımıldamalarındadır. Hani benden haberi olsa, bana saldırma ihitmali olmazsa,
gül gibi geçinecegiz işte.Ama hayır..Bu humanizmanın boylandığı
cografyada,güçlünün zayıfı acımasızca ezdiği o garip karşılıklı reflekslerin
başlatıldığı hayat, yüz yıllardır eğemen.Ne yılan bana, ne de ben yılana
güvenmenin ne zamanı, ne de sırasıdır. Her şey hızlı gelişiyor. İki
kuşatmadan birini yarmalıyım. Ormana giren seslerden, odun toplamaya gelenler
olduğuna eminim. Öyleyse Yılanı bertarfar etmeliyim. İçimde kopan bir teredüt
dürtüsünün refleksiyle, ansızın yılanın kalın boynuna hazır elimle tutmaya
saldırmam ile kalkışım bir oldu.. Elim bir yumuşaklığa değdi o kadar...Sonra
üzerimdeki çalı ve bitki yığını, bedenim, yaprak kırıntıları,bitki tozları
bir sarsılmayla iç içe karıştı. 'Perişan palasım' tamamen yıkıldı. Bu
karmaşada kaybolan yılanın 'tehlikeli bölge'sinden uzaklaştım. Orman kümesinin
iç kısmında, seyrek meşe agaçlarının içinde geziniyorum. Hemen alt kısmımda
çalı kırıntılarından kopan insan sesleri. Uygun bir yer bulamıyorum,
ortalıktayım adeta. Odun toplamak için orman derinliklerini adım adım arayan
bir bayan, hemen öte yanımdaki meşe ağaçlarının arasında göründü.Ardında bir
başka bayan sol yanımda adeta savaşa çıkmış gibi, elinde bir balta ile
göründü. İkisinin de yaklaştıkları iki meşe aralığında boylanmış bitki
kümesinin arkasındayım.Yüzüne detaylıca bakındığım iki bayandan birini
tanıdım. Şirnan'ın Zuxur yaylasından gelmişler. Eğik-bügük bulunduğum noktaya
doğru geliyorlardı. Aramızda yirmi adım kadar bir mesafe kalmış. Beklenmedik,
korkulu bir süprizle benimle karşılaşmaktansa ben çıkmalıyım, tanıdığım
bayana görünmeliyim. Usulen kalktım, çok doğal yürümenin pozistonuyla, orta
boşlugu adımladım. İlkin beni tanıyan bayanın beni görmesini istediğim için,
ona dogru adını çagırarak adımlandım. Şu insan psikolojisi ne garip detaylarla
doluymuş!! Bana bakan, beni iyi tanıyan bayan, üzerine dağ kopacakmış gibi
bağırıp koştu. Ardında diger bayan koştu ve orman, bir kıyamet sesiyle
sarsılıyordu sanki.Ormanın öte çıplaklıklarına doğru adeta kopan sesleri
durdurmalıyım.Ormandan çıkıp, hani ardlarında koşuştuğum gibi teredütlerini, daha
da kışkırtan bir izlenimden sakınmak için onlara paralel koştum. Adeta benim
onlardan 'korktugumu'! belirtmeliydim önce.Toplam altı bayan, aşağılara
koşarken, ben de onlara ters yönde hem koşuşuyor gibi yapıyorum, hem de
sakinlştirmek için bağırıyorum. Sakinleştiler, yanyana geldiler. Tanıdılar
sevindiler adeta. Diğer bayanlar, beni tanıyıp da ormanda 'kıyamet' sesini
koparan bayana söylendiler. Benim yüzümdeki solmuş bir gülümseme, onların
yorgun, sevecen, içtenlikli samimiyetleri ve alınlarında akan terler, kısa ve
anlamlı bir sohbetin unutulmazlığını kodlayıp esen sabah rüzgarına 'hatıra'
diye bırakacaktı. Torbalarındaki yiyecekelerini bana içtenlikle vermenin o
davranışları, bütün itirazlarımı silip süpüren bir fedekarlıgı içime
yansıttı.
-Sen neden korktun
allah aşkına?
-Ne bilem...
-Bir daha korku seni değil, sen korkuyu korkut tamam mı? Ne
biçim Şirnanlı'sın.....!! Gülüştük söyleştik onlara bu karşılaşmamıza sebeb
olan yılan maceramı anlatmadan ayrıldım.
Yaklaşık beş ay kadar maceralarla
dolu bir zamanı geride bırakmış, Şerafettin dağlarının eteklerinden, bir
sabaha yaklaşan vakitten Karer'in karlı dağlarına varmıştım. Burada gündüzü
geçirip, karlı dağlardan yoluma devam edecektim. Şafak ışınlarını, akşamdan
sertleşen karların üstündeki parlak ipiltilere vurur vurmaz, havadan ve
karadan, o güne kadar görülmemiş bir operasyon süpriziyle karşılaştım.
Sırtını dağa yaslatan son evde usulen çıkmış, kenardaki kavaklıkların
arasında karı, ellerimle kazarak, karlı kuyuda dört saat kalmıştım. Kısaca var-
yok arası bir durumda kendimi akşamın alaca vaktinde o evde bulmuştum.
Buzlarım eridi, baygın-ayık bir şekilde canlandım.Yedim içtim, ağlaşan o
fedakar kadına moraller verdim, giyindim,dağları adımladım. Geriye dönüp
bakındığım Karer, ortalıkta kalmış öksüz bir çocuğun acımasızlıklar
içindeki
lanet hayat ile penceleşmesinin resmini bu kadar net görememiştim.
Şafak eveli bir vakit Hamok'a vardım. Hamok'un karlı vadisinde, yaklaştığım
tek köme doğru beklenmedik kar çığırları, ve kömün önünde basılmış karlı bir
meydanla karşılaştım. Kenara çekildim, ansızın kömde çıkan bir delikanlıyla
yüz yüze geldim. Böyle durumlarda, karşılaştığınız kişinin o an yüzünde, son
günlerin bilmediğiniz gelişmelerini okumak mümkün. Sarıya çalan yüzün, tatlı
bir tebessümle kahverenkli gözlerinde gizlemek istediği bir teredüt gittikce
netleşiyordu. Az sonra durumu öğrenince, onun bu durgun halindeki
teredütlerinin,s oğukkanlılığı yanında sıfır sayıldığını
anlamış ve içimden
bu delikanlıyı takdir edecektim. Operasyon bölgesini atlattığımı sanmıştım
ama yanılmıştım. Cafran, Göl köyleri ve La vadisi, asker kuşatmasındaymış.
Ben bu vadide, işte bu kuşatmanın tam ortasındayım şimdi. Şafak sökmüş, gün
ışınlarını beyaz dünyaya yaymıştı. Delikanlı, hayvanlarını beslemek
için bu
köme yerleşmiş. Askerlerin kar çığırında çıkamayacaklarına daha evel de şahid
olmuştum; fakat Cafran köyünden, bulunduğum bu köme zaten bir kar çığırı
uzanmaktaydı. Bir helikopter gümbürtüsü vadiyi çınlatarak Karer'e dogru alçak
bir uçuş yapıyor, dönüp dolanıyordu. Dün kendimi içinde ansızın bulduğum ve
atlattığım tuzaktan sonra, bugün yine bir tuzağın içine düşmüştüm. Gün
başlamıştı. Askerlerin bu köme gelmemeleri için bir sebep düşünemiyorum.
Delikanlının düşleri, bakışları bana kilitli. Ne olacaktı? Ben bir tarafta
delikanlının gizemliliklerindeki teredütlerini dogal sohbetlerle dağıtmaya
çabalarken, diğer taraftan da askerlerle karşılaşmamak için ya da
karşılaştığım durumda yapmam gerektikleri üzerinde yoğunlaşıyorum. Delikanlı:
-Askerler gelirse ne yaparsın abi?
-Sence ne yapmam gerekir karşılaşırsam?
-Sakın bir şey olmasın
-Sen merak etme, eğer dediklerimi yaparsan hiç bir şey olmaz
Ona, gireceğim köşeyi ve alacağım pozisyonu belirttim. Askerlerin gelmesi
durumunda kendisini korkutacağını, işkence bile edeceklerini, ne olursa olsun
soğukkanlı olması gerektiğini anlattım. Fakat delikanlı, askerlerin büyük bir
olasılıkla beni bulabileceklerine inanarak benim tepkimi tekrarlıyordu.
Aslında açık demese bile onlara karşılık vermememi benden işitmek istiyordu.
Her halde böyle bir durumda, askerlere gül uzatmayacağım düşüncesi bende
kalsın, delikanlıyı 'merak etme' diye ikna etmeye, moralmen rahatlamasını
sağlamaya çabaladım. O, kömün önünde her günkü hayvanlarla iligilenme işine
koyulmuş, ben de içerdeki küçük pencerede karşı tümsege bakıyorum. Ikimizin
de bakışları, Cafran tarafından bir yılan gibi dolanıp bu köme uzanan karşı
tümsekteki çığıra endekslenmişti. Helikopter, bir ucdan bir uca, kısa
aralıklarla uçuşunu durmadan sürdürüyor. Askerler, Cafran'dan bu köme uzanan çığıra
düşmüş adım adım yaklaşıyorlar. Önlerine de köyden birini almışlar, ard arda
yürüyorlar. Adamın benim bu kömden olduğumdan haberi yok. Fakat hayvanlarını
besleyen delikanlıdan haberi var. Burada inanılması zor bir süprizin
olduğundan da bizim haberimiz yok. Askerler tümsege varmak üzereler.Tümseğe
varmaları durumunda zaten köm görünecek ve hayvanlar ortalıkta. Gerisi artık
askerlerin bir iştahla köme varmasıdır. Askerlerin önlerine kattığı kişi,
yirmi adım... Evet ( sonradan benim de görüp şaşkınlıkla karşıladığım) tam
yirmi adım tümseğin doruğuna kala, askerlerin kömü görüp delikanlıya hakaret
etmemesi için son bir kez daha onları geriye döndermeye kelimeler döküyordu
ağzında:
-Komutanım bu yol böyle uzanıp gidiyor yani
-Yani?
-Yani bir şey yok taa uzanıp, uzak karer köylerine gidiyor
-Öyle mi?
-Evet
-Uff...biraz dinlenelim.
-Dinlenelim komutanım...
Insan ne kadar dinlenirse dinlesin, fakat şu yirmi adım daha atıp tümseğe
çıkmaz, bir güzel bakışmaz mi? 'hiç bir şey' yoksa bile bu 'hiç bir şey
olmayan' tümseğin manzarasını merak etmez mi buraya kadar gelinmişken? Hayır
etmezmiş....Ve askerlerin, yan yamaçtan karşı Göl köyüne doğru inişi
adımladığından benim ve delikanlının haberi yok. Biz gün boyu her an o
tümsekte çıkacak asker başlarını bekliyoruz. Şaşılası bir gün ve adeta durmuş
bir zamanın döndüğünü, akşamın başlayan alaca karanlığı bize ispatladı.
Hamok'un karlı vadisinde kan akmadı o gün... Yıldızlar gök yüzünde oynaşmaya
başladılar bile. Ben ve delikanlı yaktığımız ateşin önünde 'kazasız belasız'
atlattığımız güne dair zevklice sohbetler, değerlendirmeler yapıyor,
tahminler yürütüyoruz .Kuşatma alanında, başlayan gecenin bir vaktinde,
habersiz ve belirsizliklerle dolu Çewlik'in karlı vadilerine doğru adımlamayı
düşünerek, delikanlıya iki saat uyku almamı, beni uyandırmamı rica ederek
ateşin önünde yarı büklüm uzandım. Uyandığımda her şey koyu, her şey
derinliklerdeydi.Vadi, sessizlik, delikanlı, kar, soğuk, tümsekler,
teredütler, düşler, gece, uykular her şey....Savaş ortasında harebeye dönmüş
bir dünyada, mevzilerde patlamaya biriken bütün çılgın namlulardan uzatılmış
belirsizlikler, kar ve benim adımlarım....Üstümü başımı bağlamış, bir şeyler
atıştırmış, delikanlıdan 'geri dönüşü zor' bir elvedayla ayrılmışım.
Hamok,
Cafran Göl köyü üçgenindeki vadinin derinliklerini adımlıyorum. Pusu
sessizliği kokan bir karlı şafakta, kar beyazlığının üstünde bir kara nokta
gibi kayıyor ilerliyorum. Iki karşı yakada mevzilenmiş askerlerin orta
yerindeki derin dereden ayak seslerimin sertleşmiş kar gıcırtılarıyla, Cafran
köyünün altındaki dere hizasına vardım. Çılgın bir sessizliğin eğemen olduğu
vadiden, sadece bildiğim durmadan yürümekti. Şafak sökmeden La vadisinin
karlı yamaçlarını aşmaktır amacım. Ne var ki, dünleyin dört saat kaldığım
karlı kuyudan bir darbe almış, kaslarım yarı kilitlenmişti. Adımlarımı her
zamanki gibi açamıyor, hareketlenemiyordum. Bedenime anlaşılmaz bir ağırlık
çökmüştü. Cafran köyünün altında o bir dolu adım açılımıyla atlanaybilinen
dere suyunu atlarken suya düştüm. Gövdeme kadar suların içindeyim. Çılgın bir
yorgunluk, soğukluk ve buz kapladı bedenimi. Ikinci bir darbeydi bu. Sudan zar zor
çıktım, takatım kesilmiş, yarım yumak ilerleme şansım sıfıra inmişti. Bu
durumla La vadisinin karlı yamaçlarını, belirisizliklerini aşmam, tamamen zorlaşmıştı.
Şafak söktü, sökecek. Şu yukarıdaki Cafran köyünün ilk evine gitmeden başka
bir şey düşünmeyecek kadar takatsız ve zamansızdım. Canım buzdan cehenneme
dönmüş.Yarı yumak eve doğru ağırca adımladım. Eski köyün toprak damlı
evlerinden ilikinin kapısına vardım. Adeta ortasında dolandığım kuşatmadan,
her an beklediğim ve şafagı, koca vadiyi gümbürteyecek silah seslerinin daha
da çıkmamasına şaşıyorum. Benim de parmaklarımda her halde kimse bir gül dalı
düşünmemeli. Şimdi Yaklaştığım kapının bana açılıp açılmaması,
hayatımı
belirleyecek önemdedir. Pek umutlu değilim aslında. Fakat denemeliyim
şansımı. Usulen bir tıkladım, ses yok. Boz bulanık vadiyi buzlanmış, yorgun
ve agırlaşmış bedenimle, çaresiz adımlayacagım düşüncesiyle, tekrar tıkladım
kapıyı. Bu kez Kim olduğum bile sorulmadan kapının fısıltılı aralanması...
Ve
aralanan kapıdan bir kolun beni bütün içtenliğiyle içeri çekmesi.... Kapı
kapatıldı, lambanın hafif sızan aydınlığında, karşımda bir esmer adam, haklı
ve anlamlı olarak söze gerek kalmadığının gerçekliğini yüz hatlarında ifade
eden bir sessiz kahraman kadın. Bir de sonraları kendisini hatırlatan tombul
bir çocuk....Eller, kollar hareketli. Gelmeler gitmeler sessiz ve hızlı.
Elbiselerimi değiştim, mutfagın ocagında oturtuldum. Bir şeyler getirdiler
atıştırdım. Şafak sökmüştü. Karanlık bir köşede, sıcak bir yumuşaklığın
içine
uzandım. Ev sahipleri sessiz kahramanlarım, kapıyı kilitleyip benden dolayı
her günden daha erken dışarı, işlerine koyuldular.
Gün boyu kulağım dışardaki seslere endekslenmiş, kımıldamadan sıcak bir
'kayıp' içinde durdum, düşündüm. Helikopterin yakınlaşıp uzaklaşan
gümbürtüleriyle, o gün de Veli Geçit ismindeki devrimci genç, ötelerde,
buban, Sılo deresi kırsalında katledilmiş, akşam olmuştu. Ve ev sahibi sesiz
kahramanlarım eve döndüler. Kuşatma devam ediyormuş. Kısa ama unutulmayan bir
sohbetten sonra yedim, içtim, geri dönen canlılıgımla geceyi, vadileri,
dereleri, belirsizlikleri adımlarken bu esmer adamın sesi, o bayanın
fedekarlığındaki sessizlik, Cafran'ı hep sıcak bir fedekarlığın anlamlı izi
olarak yüreğimde bırakacaktı. Cafran sıcaktır yüreğimde hep Cafran, sevdalısı
olduğum o esmer adamdır Cafran, vefat etmiş, sessiz fedakarlığın içimdeki
simgesi olan o kadın, o annedir.
SICAK BIR SELAMDIR CAFRAN
İlHAMİ SERTKAYA, 26.07.2005
|