Nuray
Erenler Ve Muratlarına Ermeyecekler
İlhami Sertkaya
Haklı muratların
inadında, gerçekleşmesi gereken ısrarlar vardır. Ayrılıklar, hüzünler
ondandır bu 'mor' yolculuklarda sinemizde yer etmiş. Her Karerli bir ayrılık,
bir özlem taşır. Her Karerli bir göç, bir 'uzun yol anılarında' yazılmamış
sessizliklere yaslıdır.
İşte 'Erenler'
ailesi, daha yazılmamış binlerce Karerli göç serüvenlerinden sadece bir
tanesi. Bu ailenin, Karer'den Elazığ'a bir göçü var. Elazığ’ın Hüsenik köyü,
ayrılıklarının ilk durağıdır. Ne yıllarca at sırtlarında o gidip gelmeler,
ne de hayat kıyılarını döven lanetli fırtınalar, ayakta kalmalarının
belki de 'tılsımı' olan sevmelerini, gülmelerini koparamadı onlardan.
Söylenmemiş bir şiir, okunmamış kitap gibi daha...
Hüsenik köyünden bu ailenin çocukları, torunları dünyaya gelir. Mehmet
Erenler, o dönemde kendisini yetiştirmeyi becermiş, adeta çevresinde bir
'çekim merkezi' olmuş, mütevazi bir insan, bir 'Arzuhal'ci. Yürüdüğü
gece karanlıklarını sorgulamış, esen yele, kopan dala kendince sorular
sorarak cevaplarının peşine düşmüş.
Sadece yaşamayı değil, neden yaşaması gerektiğini de kendince bilmiş. Böyle
karakterlerin atmosferinde büyüyen çocuklar, her şeye rağmen duyarlı ve geniş
ufuklu olmaya elverişlidirler.
Sayın Mehmet Eren'lerin beyefendi oğlu, Ali Rıza Erenler amcamız,
bu satırların yazıldığı sıralarda, seksen üç yaşında ve bir kitap
çalışması var.
Hüsenik köyünde dünyaya gelen amcamızın, (bir erkek, dört kız) beş çocuğu
var.
Size ikinci çocuğu, Nuray'ı anlatmayı borç biliyorum.
1957 doğumlu, uzun boylu, esmer yüzlü, siyah çift gözlerinden detaylı
görmelere savrulan bakışları ve siyah saçlarıyla, sağlam duruşu
tamamlamış bir beden. Bilmelerin yolculuklarına erkenden çıkmış bir zekâ.
Okullar okumuş, adeta sığmamış Hüsenik-Elazığ yollarına, öğrenimini
devam etmek için Ankara'ya gitmiş.
Birikimli, dolu, sıcak, samimi, güven verici özelikleriyle,
çevresinde sevilen, kendisine danışılan, sorunları çözme kabiliyeti ve
inisiyatif sahibi biridir Nuray. Kitap sevgisi, daha çocuk yaşta başlamış
kendisinden. Başka işi olmazsa, gün boyu kitaplardadır siyah gözleri.
Daha ortaokuldayken, bir hayli klasik kitapları okuduğunu anımsıyorum.
Kendinden emin, birikimli, karizmatik. Mahalleliyle iç içe, insanların
güvendiği, hatta kendisinden çok yaşlı olanlarla sırdaş olur, komşulardan
karı-koca kavgalarından arabulucu olurdu. Bana anlattığı hikâyelerden, hep
direncin, mücadelenin, dayanıklılığın mesajları vardı. Annemin de sırdaşı,
dert ortağı, yardımcısıydı. Nuray ablamın üzerimde çok büyük etkisi
var. ' diye anlatıyordu bir bacısı.
Bin dokuz yüz yetmişli yıllar... Sorgulayıcı bilincin sarsıcı rüzgârlarının
sınır tanımadığı bir dönem. Kent kalabalıklarının yüklendiği savruklukları
terse çevirmeye şahlanmış bir fedakarlık kokan atmosfer. Haksızlıkların,
adaletsizliklerin tarihine karşı yükselen anlamlı itirazlar taşıyan gözü pek
devrimciler.
Haklı kavgaların zorunluluklarını kendilerine yakıştırdıkları için bir başka
güzel olan o insanlar. Böyle bir zorlu dönemin, çetin fedakarlıkların
atmosferindeki bir kent; Ankara ve göçü Karer'e dayanan ailenin asi kızı
Nuray Erenler. Zamansızlıklar içinde, siyah saçları artık rüzgârlara
savrulmuş, soğuklara, koşmalara, düşüp kalkmalara hazır bir hareketli
duruş. Üniversite kampüslerinde, koridorlarında, kantinlerinde doluca
yankılanan o 'esmer sesler'. Sonra ambülânslar, polis copları, insanlaşmamış
soyumuzun iğrenç yaratıkları, faşistler.
Yıl bin dokuz yüz yetmiş altı. Aylardan Ocak. Karlı bir Ankara günü. Sert bir
rüzgar içinde, kalın giyinmiş, ellerini yumruk etmiş, öfkeli
kalabalıklar içindedir Nuray Erenler. Bir gün evvel yine o insan müsveddeleri
faşistler tarafından katledilen Şükrü Bulut, un cenazeni kaldırmaktan dönen
arkadaşlarıyladır. Hacetepe merkez kampüsündeki, o heykel noktadadır.
Beytepe'ye gidecek. Otobüs bekliyor arkadaşlarıyla. Dört bir yanda, ansızın
üzerlerine kurşunlar yağıyor. Bir yandan polisler, bir yandan faşistler
kurşun yağdırıyorlar. On altı insan yaralarıyla yere, karlara düşüyorlar. Kar
aklığı ve kan kırmızısı, ortalıkta biten sözün rengini akıtıyor. Faşitlerin
asla hesaplamadıkları o esmer tarih, oracıkta sayfalarına bir not düşüyor
geleceğe. On altı bedenin aldıkları yaralar içinde bir yara, tam şah
damarındadır. O kadar kalleş, o kadar derin.
Bu yara Nuray Erenler'indir.
Bu asi, bu hoş, bu dolu kız, orada son bir gülücük gök mavisine savuruyor.
Daha gülüşü varmış gibi, tekrar ayağa kalkacak kadar yarası derin değilmiş
gibi, seruma bağlıyorlar, makinelere yatırıyorlar. Öfkesi taşmış
kalabalıklardan korkuyorlar. 'Nuray Erenler ölmüş' diyemiyorlar hemen.
“Bir hafta kadar komada tuttular ablamı. Çok Tepki gördü ablamın vuruluşu.
Her yerde eylemler yapıldı. Polis cenazeyi vermek istemedi. Zorla alındı.
Devrimciler şehirden şehre teslim ederek Elazığ’a getirdiler cenazeyi” diye
belirtiyordu bacısı.
Vuruluşu sekiz ocak. Toprağa verilişi on üç ocak.
Dolu, ama daha çok paylaşacakları olan bir ömür, Hüsenik köyüne
gömülüyor. Öyle hızlı ve artık zorluklarına alıştığımız kabullenmelerin
gerçekliği.
Ben Çewlik'te, o bir kış sabahı, her zaman ki gibi gittiğim
TÖB-DER'deydim. Geniş salonun bir masasında oturuyordum. Bakışlarıma, karşı
duvardaki afişte bir bayan konuk oldu. Kalktım, bakışlarımın konuğuna
yaklaştım. Bize, kaderine müdahale edilmiş dolu ve zengin bir tarihin
üzerine serpilmek istenen külleri işaret ediyordu. Ve o bakışların altında
'Seni mücadelemizde yaşatacağız' kabilinde bir cümle.
Evet, bizim coğrafyanın fedakar halkı, çok Nuray Erenler'ini toprağa
verdi. Viraneler, yıkımlar, göçler, sürgünler yaşadı. Onları yaşatmak,
onların bakışlarındaki işaretleri, tarihimizin emanetleri olduklarının
bilinciyle, marjinalliklerden, soyut ve sonuç alınmayan tekrarlardan,
ezberlerden arınmak, gerçekçi olmakla ancak mümkündür.
Unutmamaktır onları yaşatmak.
Tarihini ancak kendileri yazan bir halkın kaderi müdahalelerden
kurtarılmıştır. Hüsenik köyü mezarlığındaki o mezar taşı da bunu ifade
ediyor.
Ruhun şad olsun, anıların mutlaka yazılacak tarihimizin sayfalarında yer
alacaktır Nuray Erenler.
Seni vuranlar, asla muratlarına ermeyecekler.
İlhami Sertkaya
28-9-2005
|
Nuray
Erenler Ve Muratlarına Ermeyecekler
İlhami Sertkaya
Haklı muratların
inadında, gerçekleşmesi gereken ısrarlar vardır. Ayrılıklar, hüzünler
ondandır bu 'mor' yolculuklarda sinemizde yer etmiş. Her Karerli bir ayrılık,
bir özlem taşır. Her Karerli bir göç, bir 'uzun yol anılarında' yazılmamış
sessizliklere yaslıdır.
İşte 'Erenler'
ailesi, daha yazılmamış binlerce Karerli göç serüvenlerinden sadece bir
tanesi. Bu ailenin, Karer'den Elazığ'a bir göçü var. Elazığ’ın Hüsenik köyü,
ayrılıklarının ilk durağıdır. Ne yıllarca at sırtlarında o gidip gelmeler,
ne de hayat kıyılarını döven lanetli fırtınalar, ayakta kalmalarının
belki de 'tılsımı' olan sevmelerini, gülmelerini koparamadı onlardan.
Söylenmemiş bir şiir, okunmamış kitap gibi daha...
Hüsenik köyünden bu ailenin çocukları, torunları dünyaya gelir. Mehmet
Erenler, o dönemde kendisini yetiştirmeyi becermiş, adeta çevresinde bir
'çekim merkezi' olmuş, mütevazi bir insan, bir 'Arzuhal'ci. Yürüdüğü
gece karanlıklarını sorgulamış, esen yele, kopan dala kendince sorular
sorarak cevaplarının peşine düşmüş.
Sadece yaşamayı değil, neden yaşaması gerektiğini de kendince bilmiş. Böyle
karakterlerin atmosferinde büyüyen çocuklar, her şeye rağmen duyarlı ve geniş
ufuklu olmaya elverişlidirler.
Sayın Mehmet Eren'lerin beyefendi oğlu, Ali Rıza Erenler amcamız,
bu satırların yazıldığı sıralarda, seksen üç yaşında ve bir kitap
çalışması var.
Hüsenik köyünde dünyaya gelen amcamızın, (bir erkek, dört kız) beş çocuğu
var.
Size ikinci çocuğu, Nuray'ı anlatmayı borç biliyorum.
1957 doğumlu, uzun boylu, esmer yüzlü, siyah çift gözlerinden detaylı
görmelere savrulan bakışları ve siyah saçlarıyla, sağlam duruşu
tamamlamış bir beden. Bilmelerin yolculuklarına erkenden çıkmış bir zekâ.
Okullar okumuş, adeta sığmamış Hüsenik-Elazığ yollarına, öğrenimini
devam etmek için Ankara'ya gitmiş.
Birikimli, dolu, sıcak, samimi, güven verici özelikleriyle,
çevresinde sevilen, kendisine danışılan, sorunları çözme kabiliyeti ve
inisiyatif sahibi biridir Nuray. Kitap sevgisi, daha çocuk yaşta başlamış
kendisinden. Başka işi olmazsa, gün boyu kitaplardadır siyah gözleri.
Daha ortaokuldayken, bir hayli klasik kitapları okuduğunu anımsıyorum.
Kendinden emin, birikimli, karizmatik. Mahalleliyle iç içe, insanların
güvendiği, hatta kendisinden çok yaşlı olanlarla sırdaş olur, komşulardan
karı-koca kavgalarından arabulucu olurdu. Bana anlattığı hikâyelerden, hep
direncin, mücadelenin, dayanıklılığın mesajları vardı. Annemin de sırdaşı,
dert ortağı, yardımcısıydı. Nuray ablamın üzerimde çok büyük etkisi
var. ' diye anlatıyordu bir bacısı.
Bin dokuz yüz yetmişli yıllar... Sorgulayıcı bilincin sarsıcı rüzgârlarının
sınır tanımadığı bir dönem. Kent kalabalıklarının yüklendiği savruklukları
terse çevirmeye şahlanmış bir fedakarlık kokan atmosfer. Haksızlıkların,
adaletsizliklerin tarihine karşı yükselen anlamlı itirazlar taşıyan gözü pek
devrimciler.
Haklı kavgaların zorunluluklarını kendilerine yakıştırdıkları için bir başka
güzel olan o insanlar. Böyle bir zorlu dönemin, çetin fedakarlıkların
atmosferindeki bir kent; Ankara ve göçü Karer'e dayanan ailenin asi kızı
Nuray Erenler. Zamansızlıklar içinde, siyah saçları artık rüzgârlara
savrulmuş, soğuklara, koşmalara, düşüp kalkmalara hazır bir hareketli
duruş. Üniversite kampüslerinde, koridorlarında, kantinlerinde doluca
yankılanan o 'esmer sesler'. Sonra ambülânslar, polis copları, insanlaşmamış
soyumuzun iğrenç yaratıkları, faşistler.
Yıl bin dokuz yüz yetmiş altı. Aylardan Ocak. Karlı bir Ankara günü. Sert bir
rüzgar içinde, kalın giyinmiş, ellerini yumruk etmiş, öfkeli
kalabalıklar içindedir Nuray Erenler. Bir gün evvel yine o insan müsveddeleri
faşistler tarafından katledilen Şükrü Bulut, un cenazeni kaldırmaktan dönen
arkadaşlarıyladır. Hacetepe merkez kampüsündeki, o heykel noktadadır.
Beytepe'ye gidecek. Otobüs bekliyor arkadaşlarıyla. Dört bir yanda, ansızın
üzerlerine kurşunlar yağıyor. Bir yandan polisler, bir yandan faşistler
kurşun yağdırıyorlar. On altı insan yaralarıyla yere, karlara düşüyorlar. Kar
aklığı ve kan kırmızısı, ortalıkta biten sözün rengini akıtıyor. Faşitlerin
asla hesaplamadıkları o esmer tarih, oracıkta sayfalarına bir not düşüyor
geleceğe. On altı bedenin aldıkları yaralar içinde bir yara, tam şah
damarındadır. O kadar kalleş, o kadar derin.
Bu yara Nuray Erenler'indir.
Bu asi, bu hoş, bu dolu kız, orada son bir gülücük gök mavisine savuruyor.
Daha gülüşü varmış gibi, tekrar ayağa kalkacak kadar yarası derin değilmiş
gibi, seruma bağlıyorlar, makinelere yatırıyorlar. Öfkesi taşmış
kalabalıklardan korkuyorlar. 'Nuray Erenler ölmüş' diyemiyorlar hemen.
“Bir hafta kadar komada tuttular ablamı. Çok Tepki gördü ablamın vuruluşu.
Her yerde eylemler yapıldı. Polis cenazeyi vermek istemedi. Zorla alındı.
Devrimciler şehirden şehre teslim ederek Elazığ’a getirdiler cenazeyi” diye
belirtiyordu bacısı.
Vuruluşu sekiz ocak. Toprağa verilişi on üç ocak.
Dolu, ama daha çok paylaşacakları olan bir ömür, Hüsenik köyüne
gömülüyor. Öyle hızlı ve artık zorluklarına alıştığımız kabullenmelerin
gerçekliği.
Ben Çewlik'te, o bir kış sabahı, her zaman ki gibi gittiğim
TÖB-DER'deydim. Geniş salonun bir masasında oturuyordum. Bakışlarıma, karşı
duvardaki afişte bir bayan konuk oldu. Kalktım, bakışlarımın konuğuna
yaklaştım. Bize, kaderine müdahale edilmiş dolu ve zengin bir tarihin
üzerine serpilmek istenen külleri işaret ediyordu. Ve o bakışların altında
'Seni mücadelemizde yaşatacağız' kabilinde bir cümle.
Evet, bizim coğrafyanın fedakar halkı, çok Nuray Erenler'ini toprağa
verdi. Viraneler, yıkımlar, göçler, sürgünler yaşadı. Onları yaşatmak,
onların bakışlarındaki işaretleri, tarihimizin emanetleri olduklarının
bilinciyle, marjinalliklerden, soyut ve sonuç alınmayan tekrarlardan,
ezberlerden arınmak, gerçekçi olmakla ancak mümkündür.
Unutmamaktır onları yaşatmak.
Tarihini ancak kendileri yazan bir halkın kaderi müdahalelerden
kurtarılmıştır. Hüsenik köyü mezarlığındaki o mezar taşı da bunu ifade
ediyor.
Ruhun şad olsun, anıların mutlaka yazılacak tarihimizin sayfalarında yer
alacaktır Nuray Erenler.
Seni vuranlar, asla muratlarına ermeyecekler.
İlhami Sertkaya
28-9-2005
|
|