imaj.ilhami.jpg

Bu Bir Borc Yazisidir
Home
Düsünce ve Kolay Ezbercilikler
Aynayi Kendine Tutmak
Acayip Seyler
Aliskanliklarin Psikolojisi
Nuray Erenler ve Muratlarina Ermeyecekler
Linç Kültürü
Hiç Olmak
Manzaralar ve Biz
Karerce Bir Isik Yakmak
Bu Bir Borc Yazisidir
Su Insan Kizi de Garip
Karer Siteleri
Tarihin Tarihsizligi-2
Tarihin Tarihsizligi-1
Bulanik Sular ve incik Boncuk
Hallerimizden bazi haller
Durgun Gölleri Karistirmak
Tarih Masal Olsaydi
Kani Yado
Lozan Ve Oynanmis Kaderimiz
Ne gariptir bu Insanoglu
Onlarin Basbakani ve Bizim Amed
Ya Bu Deveyi Güdeceksin..
Eylül Kiran
Mercan Vadisi Denince
1.lüks siyaset
3.Dil yarasi
4.Digisen degistirecek
5.Kendini kemirmek
6.Cewlik bir siir
7.istanbul saldirilari
8.Ensenizi kabartmayin
9.Ömrüme mektuplar
10.Önce evinden
11.Evet pismanim
12.Köln yürüyüsü
13.Aldatilacakmiyiz
2.bin ladin
Ön söz
Anlasilmamak
Sözün bittigi yer
Pircan yaylasi
Cölasan'a mektuplar-1
Cölasana'a mektuplar-2
Cölasan'a mektuplar-3
Garip haller
Newroz adaleti
Tutsak sevgiler
Düsüncenin fay hatti
Durum ve durumlar
Türk devlet dalaveresi ve biz
Nefret
Bayrak ve tahammül
Cewlik bir siirdir simdi

 

Bu Bir Borç Yazısıdır

Kemal Kişioğlu anısına


İlhami Serkaya


Mevsim kış ve sıcak bir köşedir aradığınız. Oyalanmak, her an yaşadığınızı kendinize ispatlamak gibi bir  ‘Rus ruleti’ hayatın içine itilmişsiniz bu kuşatmalarda. Size yaklaşan bir dost davranışın, bir sıcak selamın çok insani, çok fedakâr, çok ‘yürek isteyen’ bir ‘iş’ olduğunu…

 

Bu yazının ödenmesi gereken, ama ödenecek kişiye ödenemediği için bir manevi borcu az da olsa hafifletme çabasında olduğunun anlaşılması için, 1982 yılının düşünülmesi gerekir.  ’Eylül saltanat’ cılarının boydan boya acılarla, acımasızlıklarıyla tarihe durmadan kara notlar düşüren bir dönem. Kan, işkence ve baskınların, kentleri ‘vatan aşkına!’ yine bir kısım ‘vatansever!’ler tarafından döküp kırdıkları, vurup yıktıkları bir dönem.

Cemselerin, üç beş askerin ellerini kollarını sallayıp ücra kuytulara, köylere, külüstür tabancalı ‘Rambo’ların ağızlarındaki sakızları çiğner gibi, her yaştan insanları çiğneyerek geçtikleri bir dönem yani. Kurtulacaklarmış, ya da kurtarılacakmış gibi pencere erdelerinin
sıkıca çekildikleri, kapıların süngülerinin sıkıca tutulu kaldıkları bir milyonlarca evler. O karanlık cinayet şebekelerinin, ‘yasal!’ diye yürürken ensenize kanlı ellerinin dokunmasıyla, bitecek, olmazsa sakatlanacak bir ömrü taşıyan her kesin hemen her şeyden kuşkulandıkları bir dönem.


Bir de anonslarla, afişlerle adınız, soyadınız, resminiz; ’aranıyorsunuz’.


Siz nasıl olmuşsa, dağ, taş, uzun yollar derken bir kente gelebilmişsiniz; adı İzmir olsun bu kentin.


Mevsim kış ve sıcak bir köşedir aradığınız. Oyalanmak, her an yaşadığınızı kendinize ispatlamak gibi bir  ‘Rus ruleti’ hayatın içine itilmişsiniz bu kuşatmalarda. Size yaklaşan bir dost davranışın, bir sıcak selamın çok insani, çok fedakâr, çok ‘yürek isteyen’ bir ‘iş’ olduğunu belirtmeme izin verin.


Yeriniz pek olmadığı için, kaldırımlarından gün boyu istemeyerek yürümek zorunda kalıyorsunuz bu kentte. Karşılaştıklarını sizin ‘bir ateş topu’ olduğunu düşündükleri için, kendilerine de dokunulmaması, ’oralı’ olmaması için kötü sınavlarla sizi terk ediyorlar, görmemezlikten geliyorlar, siz de acı ve anlaşılır bir şekilde, baş başa kaldığınız yalın ve yarım gülümsemelerinizle gidiyorsunuz belirsizliklere.


Durmadan gidiyorsunuz… Bir işiniz varmış gibi, bir keyifli ve doğu’ dan gelmiyor, ’aranmıyor’sunuz gibi. İtini, bitini, şaşırtma, dikkatleri davet
eden bütün davranışlardan arınma hesaplarıyla doluca gidiyorsunuz. Gerektiğinde ıslıklar çalıyorsunuz, arabeskler mırıldanıyorsunuz.  Fakat her gün gibi az sonra saatlerce yürümüşsünüz ‘sağ-selamet’ ve akşamın o deli soğuklarına örtünüp Bayraklı’ çöplüğündeki kirli, ıslak, demir hurdalarının arasında sabaha kadar titreyerek durma vaktiniz gelmiş yine. Bu kadar kalabalıkların evlerine nasıl acele koşuştuklarına şaşıyor, ne bileyim kıskanıyorsunuz. Bir apartmana gözünüz ilişiyor, bir köpeğin en üst katta dışarıda yağan yağmuru seyrettiğini görüyorsunuz. Ayakkabınızın deliklerinden sular çoktan ayaklarınızı sulatmış, üşütmüş. Aç olduğunuzu da yeni his edecek kadar dikkatleriniz ‘dikkatsizliklerde’. Kaçıncı gecedir o çöplükte titreyerek ıslakça sabahladığınızı bir an düşünmek aklınıza gelir nedense. ’Bu sekizinci gece olacak’ diye kendinizce fısıldanıyorsunuz.


Fakat az ötede, Kahraman’larda, karşılaşacağınız bir ‘sessiz kahraman’.  ‘Bu sekizinci gece olmayacak’ dercesine itiraz edecek size. İnce, uzun boylu, esmer tenli bir delikanlı. Geçmiş yıllarda ideolojik farklılıklarımızdan dolayı kaç kez ‘boğaz boğaza’ gelebilecek anlarımız olmuş üstelik. Alaca karanlıkta, kaldırım lambalarının da aydınlıkları altında, karşıda gelen bu simayı hemen tanımış, görünmeme gereği duyamayacağım kadar yine de güveniyordum ona. Göz göze geldik. Bütün davranışların ilklerini hep ondan bekler bir davranış içinde, böyle durumlarda her zaman olduğu gibi karşımdakini anlamaya bırakmıştım inisiyatifi. Hemen de sıcak bir bakış, dostça bir davranış, gülümseme ile karşılaşmıştım.


Tecrübeliydi karşımdaki. Yönünü beceriklice değişti ve adımlarıma ortak oldu. Yürüyor konuşuyoruz. Az ve öz konuştuk ama çok şey anladık birbirimizden. Anladı ‘yersiz-yurtsuz’luğumu. Yağmur şiddetlenmişti.


- Gel, dedi…


Sandım ki özgür kalabildiği bir evi vardı.
Hayır... Üstelik o da derme çatma kalıyordu bir yerlerde.


-Az ötede Karer’li bir çiçekçi var, okul arkadaşımdır derim, onlarda bu gece kalalım dedi.


Öyle yaptık.


Bu delikanlı, bu dost, bu yürekli insan, tam dört gün dört gece beni Bayraklı çöplüğünde alıkoymuştu.  Bir saatin bile önemli bir zaman dilimi olduğu o dönemler, dört gün, dört gece anlayabilenler için sadece birkaç kelime değildir. Asılı afişlerdeki resmimin bulundukları noktalardan, bazen birlikte yürümek zorunda kaldığımız anlar, bir bakış kayması bakıp birlikte gülümsemelerimizin bir unutulmaz anlamı olmalı.


- Bu yakışıklı adamın, bu kara kuru esmer delikanlının neresi ‘terörist Allah aşkına’?


- Têv mede (karıştırma)


Gülüyorduk…


Sonra uzun bir ayrılık başladı ve sessiz sedasız ondan ayrılmıştım… Sonraki yıllarda iki kez telefonlaşmıştık.


Siz bu iradesi güçlü, bu cesaretli, bu fedakâr ve dost canlısı delikanlının yıllar sonra kendisini İzmir’in körfez sularına attığını düşünün...


Neden böyle yaptın Kemal?


Neydi kendini attığın körfezin derin sularından evvel seni boğan?


Şaştım sana Kemal. Yenilmelerin adamı değildin sen, ondandır şaşkınlığım. Sana olan o manevi borcumu nasıl ödeyeceğim şimdi? Neden sıfır, neden çaresiz kaldığını bana bildirme gereğini duymayacak kadar hiçbir şey düşünmedin?


Faydasız bu sorularım Kemal.


Bıraktığın mektupta ‘ne yaptımsa olmadı’ demişsin duyduğum kadarıyla… 'Olmadıysa olmasın’dı Kemal… Olabilecekler de yok muydu Kemal?


Sen en olmaması gerekeni yaptın, ne diyeyim…


Bir de bu yazıyı yazdım, biraz sana karşı olan manevi borcum hafifler mi acaba?


Bilemiyorum...  


Yapabileceğim başka bir seçenek bırakmadın bana, o anlamlı anılarımızı yaşatmaktan başka…. Ruhun şad olsun.

 


İlhami Sertkaya
29-08-2005