Bu Bir Borç Yazısıdır
Kemal Kişioğlu anısına
İlhami Serkaya
Mevsim kış ve sıcak bir
köşedir aradığınız. Oyalanmak, her an yaşadığınızı kendinize ispatlamak
gibi bir ‘Rus ruleti’ hayatın içine itilmişsiniz bu kuşatmalarda. Size
yaklaşan bir dost davranışın, bir sıcak selamın çok insani, çok fedakâr,
çok ‘yürek isteyen’ bir ‘iş’ olduğunu…
Bu yazının ödenmesi gereken, ama ödenecek kişiye ödenemediği için
bir manevi borcu az da olsa hafifletme çabasında olduğunun anlaşılması
için, 1982 yılının düşünülmesi gerekir. ’Eylül saltanat’ cılarının
boydan boya acılarla, acımasızlıklarıyla tarihe durmadan kara notlar
düşüren bir dönem. Kan, işkence ve baskınların, kentleri ‘vatan aşkına!’
yine bir kısım ‘vatansever!’ler tarafından döküp kırdıkları, vurup
yıktıkları bir dönem.
Cemselerin, üç beş askerin ellerini kollarını sallayıp ücra kuytulara,
köylere, külüstür tabancalı ‘Rambo’ların ağızlarındaki sakızları çiğner
gibi, her yaştan insanları çiğneyerek geçtikleri bir dönem yani. Kurtulacaklarmış,
ya da kurtarılacakmış gibi pencere erdelerinin
sıkıca çekildikleri, kapıların süngülerinin sıkıca tutulu kaldıkları bir
milyonlarca evler. O karanlık cinayet şebekelerinin, ‘yasal!’ diye
yürürken ensenize kanlı ellerinin dokunmasıyla, bitecek, olmazsa
sakatlanacak bir ömrü taşıyan her kesin hemen her şeyden kuşkulandıkları
bir dönem.
Bir de anonslarla, afişlerle adınız, soyadınız, resminiz;
’aranıyorsunuz’.
Siz nasıl olmuşsa, dağ, taş, uzun yollar derken bir kente
gelebilmişsiniz; adı İzmir olsun bu kentin.
Mevsim kış ve sıcak bir köşedir aradığınız. Oyalanmak, her an
yaşadığınızı kendinize ispatlamak gibi bir ‘Rus ruleti’ hayatın
içine itilmişsiniz bu kuşatmalarda. Size yaklaşan bir dost davranışın,
bir sıcak selamın çok insani, çok fedakâr, çok ‘yürek isteyen’ bir ‘iş’
olduğunu belirtmeme izin verin.
Yeriniz pek olmadığı için, kaldırımlarından gün boyu istemeyerek yürümek
zorunda kalıyorsunuz bu kentte. Karşılaştıklarını sizin ‘bir ateş topu’
olduğunu düşündükleri için, kendilerine de dokunulmaması, ’oralı’ olmaması
için kötü sınavlarla sizi terk ediyorlar, görmemezlikten geliyorlar, siz
de acı ve anlaşılır bir şekilde, baş başa kaldığınız yalın ve
yarım
gülümsemelerinizle gidiyorsunuz belirsizliklere.
Durmadan gidiyorsunuz… Bir işiniz varmış gibi, bir keyifli ve doğu’ dan
gelmiyor, ’aranmıyor’sunuz gibi. İtini, bitini, şaşırtma, dikkatleri
davet eden bütün davranışlardan
arınma hesaplarıyla doluca gidiyorsunuz. Gerektiğinde ıslıklar
çalıyorsunuz, arabeskler mırıldanıyorsunuz. Fakat her gün gibi az
sonra saatlerce yürümüşsünüz ‘sağ-selamet’ ve akşamın o deli soğuklarına
örtünüp Bayraklı’ çöplüğündeki kirli, ıslak, demir hurdalarının arasında
sabaha kadar titreyerek durma vaktiniz gelmiş yine. Bu kadar
kalabalıkların evlerine nasıl acele koşuştuklarına şaşıyor, ne bileyim
kıskanıyorsunuz. Bir apartmana gözünüz ilişiyor, bir köpeğin en üst katta
dışarıda yağan yağmuru seyrettiğini görüyorsunuz. Ayakkabınızın
deliklerinden sular çoktan ayaklarınızı sulatmış, üşütmüş. Aç olduğunuzu
da yeni his edecek kadar dikkatleriniz ‘dikkatsizliklerde’. Kaçıncı
gecedir o çöplükte titreyerek ıslakça sabahladığınızı bir an düşünmek
aklınıza gelir nedense. ’Bu sekizinci gece olacak’ diye kendinizce
fısıldanıyorsunuz.
Fakat az ötede, Kahraman’larda, karşılaşacağınız bir ‘sessiz kahraman’.
‘Bu sekizinci gece olmayacak’ dercesine itiraz edecek size. İnce,
uzun boylu, esmer tenli bir delikanlı. Geçmiş yıllarda ideolojik
farklılıklarımızdan dolayı kaç kez ‘boğaz boğaza’ gelebilecek anlarımız
olmuş üstelik. Alaca karanlıkta, kaldırım lambalarının da aydınlıkları
altında, karşıda gelen bu simayı hemen tanımış, görünmeme gereği
duyamayacağım kadar yine de güveniyordum ona. Göz göze geldik. Bütün
davranışların ilklerini hep ondan bekler bir davranış içinde, böyle
durumlarda her zaman olduğu gibi karşımdakini anlamaya bırakmıştım
inisiyatifi. Hemen de sıcak bir bakış, dostça bir davranış, gülümseme ile
karşılaşmıştım.
Tecrübeliydi karşımdaki. Yönünü beceriklice değişti ve adımlarıma ortak
oldu. Yürüyor konuşuyoruz. Az ve öz konuştuk ama çok şey anladık
birbirimizden. Anladı ‘yersiz-yurtsuz’luğumu. Yağmur şiddetlenmişti.
- Gel, dedi…
Sandım ki özgür kalabildiği bir evi vardı. Hayır... Üstelik o da derme çatma kalıyordu bir yerlerde.
-Az ötede Karer’li bir çiçekçi var, okul arkadaşımdır derim, onlarda bu
gece kalalım dedi.
Öyle yaptık.
Bu delikanlı, bu dost, bu yürekli insan, tam dört gün dört gece beni
Bayraklı çöplüğünde alıkoymuştu. Bir saatin bile önemli bir zaman dilimi
olduğu o dönemler, dört gün, dört gece anlayabilenler için sadece birkaç
kelime değildir. Asılı afişlerdeki resmimin bulundukları noktalardan,
bazen birlikte yürümek zorunda kaldığımız anlar, bir bakış kayması bakıp
birlikte gülümsemelerimizin bir unutulmaz anlamı olmalı.
- Bu yakışıklı adamın, bu kara kuru esmer delikanlının neresi ‘terörist
Allah aşkına’?
- Têv mede (karıştırma)
Gülüyorduk…
Sonra uzun bir ayrılık başladı ve sessiz sedasız ondan ayrılmıştım…
Sonraki yıllarda iki kez telefonlaşmıştık.
Siz bu iradesi güçlü, bu cesaretli, bu fedakâr ve dost canlısı
delikanlının yıllar sonra kendisini İzmir’in körfez sularına attığını
düşünün...
Neden böyle yaptın Kemal?
Neydi kendini attığın körfezin derin sularından evvel seni boğan?
Şaştım sana Kemal. Yenilmelerin adamı değildin sen, ondandır şaşkınlığım.
Sana olan o manevi borcumu nasıl ödeyeceğim şimdi? Neden sıfır, neden
çaresiz kaldığını bana bildirme gereğini duymayacak kadar hiçbir şey
düşünmedin?
Faydasız bu sorularım Kemal.
Bıraktığın mektupta ‘ne yaptımsa olmadı’ demişsin duyduğum kadarıyla…
'Olmadıysa olmasın’dı Kemal… Olabilecekler de yok muydu Kemal?
Sen en olmaması gerekeni yaptın, ne diyeyim…
Bir de bu yazıyı yazdım, biraz sana karşı olan manevi borcum hafifler mi
acaba?
Bilemiyorum...
Yapabileceğim başka bir seçenek bırakmadın bana, o anlamlı anılarımızı
yaşatmaktan başka…. Ruhun şad olsun.
İlhami Sertkaya
29-08-2005
|