PİRCAN YAYLASI
Kimsenin umrunda değildir bu doğduğum
yer. Taş, toprak yığınıdır şimdi. Ve şimdi orası, medeniyetin garip manzarasına sıçan kargaların,
karıncaların yeridir. Her şafak, harabelerinde kalmış esmer çocukluğumun izlerini karıştırıyor
yılanlar. Mitralyözler biçti hatıralarımın adreslerini. Kalan ömrümü alıp, boğulmamak için yollara,
yüksekliklere vurdum. Karer’in ziyaretlerine bağlıydı daha yeni filizlenen umudum. Eski mevzilerin üzerinde
yeni izler bırakarak ardımda, yarım kalmış bir düğünün halkasına tutunmaktan başka
ancak kenger olabilirdim. Hani kendisine vatanı sorulduğunda, ‘Rüzgara sorun, o bilir’ diyen koyu ve
dipsiz yitirilmişlik. Hani hırsızların bogazına kadar çaldığı bir çıplak, kuru
vucudun uçurumlara itilmişiği. Ya büyük arayış, ya da deli uçurumlara teslim olmak. Ben kanireş (Karlıova)
dengbéjlerinde ilk gömleğimi aldım. Aşiret kavgalarının deli çıplaklıgını orada
çıkardım bir parça. Çewlig’in merkezinde, vitrinlerde satışa sunulmuş sahte bir tarihin, yalancı
bir edebiyatın, coğrafyanın plastik söylenceleriyle kuşatılmıştım. Ve dairelerde maaşı
aşkına inkarımın dosyalarıyla meşgul memurlardan bazıları bana’ devrimci ol,
sosyalist ol, solcu ol, fakat kürtçü olma, bu çok başka bir şeydir’ diye ustaca fısıldıyorlardı.
Bu ‘Çok başka olan’ olguyu sorguladım, altında koca bir halkın
tarihte yok edilme projesiyle karşılaştım. Şalımı, şapkamı orada giydim.
Orada ruhumun bozuk yanlarını savurdum. Kaniya yado’nun öylesine akan bir çeşme olmadığını
kavradım. Yado’ya ilk selam duruşum orada başladı. Ötesi düşmeler, kalkmalarla dolu bir hayat
içinde, adressizliğimizin adresi.
İncik
boncuk oyunu mu? Zar mı tuttum? Siz hangi yanlışlıklardan bahsediyorsunuz daha?. Dünya alem çullanmışken
üzerimize, hayvan haklarıyla, doğayı korumakla meşgul olanlar, benim harabeye çevrilmiş, yakılan, yıkılan yaylamı- yaylalarımı görmediler. Bok yediren
hukuktan, çıkarlarının sessizliğine gömüldüler. Petrol, adaletten daha kıymetliydi onlar için. Lahet
adalet divanındaki trajedimizin dosyaları paslı raflara itildi. Cesetlerimizin fotoğrafları kolleksiyon
hobilerinde, göz zevkleri için sadece serildi.Uğruna yandığımız ‘dostlar’, bizim için
kılını kıpırdatmadılar. Biz yine de bu ‘dostlarımızı’!, sevdik bir
türlü. Yakınmak, duygusallık, dosluk ve hatır gibi kavramlar yoktur politikanın alfabesinde. Ne de sosyalistlik,
kapitalistlik...Bu acı gerçeği, fırtınalardaki ömrüm ve tarihimiz ispatladı. Arasın ötesine
geçerken dost sanılanın kurşunlarıyla karşılaşan İhsan Nuri paşa’dan öğrendim
gerçekci olmayı. Sovyetlere geçmek zorunda kalan Mele Mıstefa barzaniniye yapılan muamelede, ırak kürdistanına
atılan mig ve şahoy yapımı bombalardan bildim. Mahabat cumhuriyetinin yıklış manzarasından
okudum. Ünlü katiller olan Talat ve Enver paşalara kapılarını bir kapitalist, bir de sosyalist sistem
açmıştı. Gün geldi, puşt dünya kenya’da bütünleşti. Bizlere karşı yapılan linç
gösterilerine ‘asayiş kemal’! diye fısıldandı. Kendilerini dağa vuran on binlerce insanımızın
aşkını görmek istemediler. Kelle koparıp üzerinde poz verecek kadar insanlıkla alay eden sadist ruhlulara
ve on binlerce insanımızı katledenlere çıkarları için ‘adalet paydos edilirken’ bir kaç yüz insanı katletmekle sorumlu tutulan Miloseviç’e ‘adalet’!i
çalıştırdılar. Ben neden bahsediyorum? Kimin umurundadır benim doğduğum yaylanın insansız
harebeleri?. Övündüğüm, dövündüğüm yok. Kimseyi suçladığım yok. Sadece bu puşt dünyada politika
yapmak için gerçekci olmak zorunluluğuna işaret diyorum. Akıllı olmak başka, gerçekci olmak başka.
İyi ki filsitinde ölmediğimi şimdi düşünüyorum. Halepce katliamcılarını destekleyen filistin
için yani. Saddamın askerleriyle gönüllü olarak güney kürtlerine karşı savaşan şu filistinliler yani.
Ve ortadoğuda bir tek israil başından beri çıkarının uyuşması geregi kürtlerin devlet
kurmasını isterken, ben hep ‘Hayır hayır sen düşmanımsın’ deyip habire yetmiyormuş
gibi düşmanlar icad ediyordum. Fakat türk devletinin bütün bir şeytanla itifaklar kurduğunu, çok yönlü ilişkilerle
yandaşlarını coğalttığını, o lanet hukukunu onlara çıkarlarının uyumu
geregi onaylattığını acemice seyrediyordum.Ve en komigi de yine türk devletinin bize ‘Dış
güçler kışkırtıyor’ diye alay edercesine propaganda yapmasıydı.Daha da komigi, bizim de
adeta yemin billah ederek, bu koroya katılan ‘sosyalistleri’,’aydınları’ ikna etmeye
çalışıyorduk.
Bizim
türk devletinin kurduğu ilişkilerden dolayı yanına aldığı güçlerin hiç olmazsa az bir kısmını
yanımıza çekebilseydik, o kadar gerçekci olabilirdik. Dünya alem, toplumsal problemlerini kendi lehine çevirmek
için neler yapmışsa, biz de öyle yapmak için uluslararasında gerçekci politikaya ulaşsaydık, aldığımız
yol, katettiğimiz mesafe bu günden daha bir ilerde olabilirdi. O çok konuştuğumuz Mao, Stalin, Lenin, Enver
hoca hedeflerini daraltmak için kimlerle itifak kurmak istemedilerki..onlara olağan olan gerçeklik, ne hikmetse bize
anormal görülüyordu kimi’Bizimkiler’ tarafında.
Şimdi
kimsenin umursamadığı Pircan yaylasının insansız hareberinden sözü açarken, bazı hallerin
kısa bir düş turuna çıktım. Bazen annem konunun dışına
çıkarken, zazacasıyla derdi ki’ Lacé mın ez névana derdé mın vano’. (Oğlum ben söylemiyorum
derdim söylüyor).
Gerçekten
de öyleymiş sevgili okurlar. Ben değil derdim söylüyor.
Yanlış
mıyım?
Siz söyleyin.
İlhami
sertkaya
|
|
|
|
|